Balat’tan Ayvansaray’a Bir Yolculuk
ESKİ İSTANBUL’A GİDEN BİR ZAMAN MAKİNASI:
BALAT’TAN AYVANSARAY’A BİR YOLCULUK
Merve Akbaş
“Her yandan yükselip birbirine karışan serviler, minareler, gemi serenleri, ağaçların yeşilliği, beyaz, kırmızı evlerin renkleri, bunların altına mavi örtüsünü seren denizle, yukarıda başka bir mavi ova açan gökyüzü, hayranlığımı uyandırıyordu. İstanbul, dünyanın en güzel yeridir, diyenler hiç de abartmıyorlar.” Bu sözler 19. yüzyılda İstanbul’u ziyaret eden Fransız yazar François Rene De Chateaubriand’a ait. Paris İstanbul Kudüs, Bir Seyyahın Günlüğüisimli kitabında yazdığı bu satırlarda haksız olduğunu kim söyleyebilir ki!
İstanbul her döneminde kendi güzelliğini misafirleriyle paylaşmış bir kent. Ben de bugün deniz yoluyla Balat ve Ayvansaray hattına gelerek, bu bölgenin güzelliklerini keşfetmeye çalışacağım.
Tarihin farklı dönemlerinde İstanbul’un önemli giriş noktalarından biri olan Balat Kapısı’nı düşleyerek vapurdan inerek bölgeye doğru yürümeye başlıyorum. Burası Bizans devrinde şehrin Haliç surları üzerinde bulunan en önemli girişlerindendi. Bizans sarayı olan Vlaherna’ya (Blachernae) yakın bulunması bölgenin önemini de arttırıyordu. Bu nedenle bu kapıya Vasiliki Pili yani “imparator kapısı” da deniyordu. “Balat” ne demek derseniz, biraz sözlük karıştırdığımızda kelimenin Rumca “saray” anlamına kullanılan “palation”dan geldiğini görüyoruz. Özetle bu bölge İstanbul’un her döneminde önemli bir yerleşim yeriydi.
Sahilden içeri girince camdan cama birbirine seslenen komşular, rengârenk çamaşırlar, kafelerde oturmaya gelen gençler, yakınlardaki üniversitelerin öğrencilerinin koşuşturmasıyla beni yine büyük bir harman karşılıyor. Adeta Pieter Bruegel’in bir tablosunu andırıyor bu manzara. Karışık, rengârenk ama başka bir yerde asla bulamayacağınız bir ahenk!
Yürüyüşüm esnasında karşıma çıkan eserlerden biri Tahta Minareli Camii. İstanbul’un ilk Osmanlı eserlerinden biri olan yapı, Fatih Sultan Mehmet devrinde inşa edilmiş. Geçirdiği restorasyonlar esnasında ahşap olan minaresi tuğla olarak yeniden örülmüş. Yapı adeta tarihe direnen bir hatırayı taşıyor. Caminin çevresi ise Osmanlı döneminde yapılmış sivil mimari örnekleriyle dolu.
Yolu henüz yarılamamışken bu sokakları gezmek için yola çıkacak olanlara da önemli bir tavsiye vermeli: Eserlerinde sıklıkla Balat’tan bahseden Osman Cemal Kaygılı’nın “Kırkından Sonra Saz mı Çalınır?” hikâyesini Balat’a gelmeden önce yeniden okumak gerekiyor. Onun anlattığı Balat, İstanbul’un alay merkezi gibidir. Çocuğundan esnafına herkesin derdi eğlencedir. Kaygılı’nın anlattığı o rengârenk Balat sokaklarını bugün hâlâ hissedebilmek oldukça ilginç. Yine hikâyelerinde sıklıkla duyduğumuz “voyvo” kelimesinin de Balat Çarşısı’ndan çıkma olduğunu söylenir. Özetle burası hepimizi eski bir İstanbul’a götürmeye ayarlı bir zaman makinası gibi… İlginç bir not daha: Kaygılı, Balat’ın İstanbul’un hem en taze hem de en ucuz meyve sebzelerine sahip olduğunu söyler. Bu bilgiyi Kaygılı’nın doğduğu yıl vefat eden başka bir İstanbullu yazar Hagop Baronyan da anlatır. Bir mizah yazarı olan Baronyan kendi üslubuyla Balat için, “Başşehrimin birinci mahallesi sayılır, ucuz sebze meyve almak söz konusu olunca” diyor.
Tüm bu düşüncelerle ilerlediğim yer Hacı İsa Camii ve Kürkçü Çeşmesi. Cami Fatih döneminde, çeşme ise Kanuni Sultan Süleyman döneminde inşa edilmiş. Ardından farklı dönemlerde büyük restorasyonlar geçirmişler. Yapının çevresinde Osmanlı sivil mimari örnekleriyle beraber Rum, Yahudi ve Ermeni azınlıklara ait mimari yapılar mevcut. İstanbul’u anlatan yazılarıyla tanınan gazeteci-yazar Sermet Muhtar Alus’un bu bölgenin İstanbul’un en has ve karakteristik Yahudi mahallesi olduğunu söylediğini ekleyelim.
Bu bölgeye gelip, Mimar Sinan’ın eseri Ferruh Kethüda Camii’ni anmamak olmaz. Yapı, Balat Camii ve Tekkesi olarak da biliniyor. Bu yapıyı daha iyi tanımak için Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’ni karıştırıyorum. Ünlü seyyah, bu caminin kıble duvarında bulunan resimlere dikkat çekiyor. Usta bir nakkaşın elinden çıkan bu resimlerde Hac yolculuklarının geçtiği bölgeler, yani Kudüs’ten Medine’ye ve Mekke-i Mükerreme’ye kadar olan yerler konu alınmış. Resimler maalesef bugüne ulaşmamış. Ancak Sinan’ın eseri olan, Çelebi’nin etrafında döndüğü bu yapıda dolaşmak insanı ayrıca mutlu ediyor, mimari özelliklerini keşfetme arzusu da beraberinde geliyor.
YİRMİNCİ KAPI AYVANSARAY
Yürümeye devam ederken İstanbul’un tarihini anlamak için sıklıkla başvurduğumuz bir kaynak Eremya Çelebi Kömürciyan’a birlikte kulak verelim. Kömürciyan bu bölge için şunları anlatıyor: “Balat’tan aşağı yirminci kapı Ayvansaray’dır. Burada zenginler sahilde olmak üzere Yahudiler oturur. Kapının iç tarafında harap bir kilise vardır. İçinde bir ayazması olan bu kilisenin adı Vlahenas Panaia’dır. Avlunun damı yıkılmıştır ve duvarların dibine Çingeneler yerleşmiştir. Kilisenin arkasında bulunan büyük kapı taşla tamamıyla kapatılmıştır. Bu kapının üzerine Mihael’in kılıçlı tasviri hakkedilmiştir. Buradaki iskeleden sandallar Eyüb Sultan’a sefer ederler. Şişeden ve camdan türlü türlü kaplar yapan kârhane buradadır.”
YENİLENEN CEPHELER
Sivil mimari örneklerinin capcanlı hâle getirdiği sokaklara, tarihi yapılara, rengârenk kafelere ve tüm bu canlılığın içinde yaşamaya devam eden mahalleliye rastlamaya devam ediyorum. Bu sırada karşımda Kömürciyan’ın da bahsettiği Vlahenas Panaia yani Panagia Vlaherna Meryem Ana Ayazması ve Kilisesi çıkıyor. Bu sokak normalde kiliseye gelenler nedeniyle oldukça işlek ve yoğun. Bugünlerde ise pandemi nedeniyle daha sessiz. Bölgeye geldiğinizde dikkatinizden kaçmayacak başka bir ayrıntı da sahil hattındaki tüm binaların cephelerinin yenilenmiş ve yepyeni bir yüzle misafirlerini karşılıyor olması. Fatih Belediyesi’nin bu bölgenin sahil şeridi üzerinde başlattığı dönüşüm sayesinde çoğu bina yeni bir yüze sahip olmuş. Dış cephe yenilemeleri ve onarımları yapılan bu binalardan bazıları tarihi eser statüsünde. Hepsinde de yaşam tüm hızıyla devam ediyor. Bunları düşünerek kiliseyi geçiyorum ve sahile inen yolun hemen sağındaki çay ocağında soluklanmak için oturuyorum. Çay ocağının sahibi olan Yusuf Amca (Bozkurt) aslen Erzurumlu. Belki de bu nedenle çayı bir harika. Ona bu bölgede geçirdiği eski günleri ve cephe yenileme, onarım çalışmalarını soruyorum. Yusuf Amca, “40 yıldan beri burada çay ocağı işletiyorum. Evim de burada. Burası pandemiden önce zaten çok yoğundu. Kiliseye de çok insan geliyordu. Bu mahalledeki binaların çoğu dökülüyordu, binaların sıvaları dökülmüştü, çatlaklar doluydu. Şimdi gelip her yeri düzenlediler” diyor.
MİSAFİRLER YOLU KARIŞTIRIYOR
Biz sohbet ederken yanımızdan geçen bir mahalleli de konuşmaya dâhil oluyor. Mukaddes Çolak hemen iki üç bina yanda oturduğunu söyleyerek başlıyor anlatmaya: “50 yıldan beri burada oturuyorum. Eşim bu mahallenin eski muhtarıydı, vefat etti. Dış cephe yenilemeleriyle buralar çok değişti. Geçen gün misafir bizim evi bulamamış. Yepyeni bir semt oldu. Görenler tanıyamıyor.” Mukaddes Hanım haklı. Daha önce bölgeyi ziyaret eden pek çok kişi bugün geldiklerinde bu sokakları tanıyamayabilir.
İMECE USULU ÇALIŞTIK
Onlarla vedalaştıktan sonra yoluma devam ediyorum. Burada yürürken dikkatinizden kaçmayacak dükkânlardan biri de piyano tamircisi Mustafa Bardakçı’ya ait. Ben de cazibesine kapıldığım dükkândan içeri giriyorum. İçerde yoğun bir çalışma devam ederken Bardakçı’ya hem mesleğe nasıl başladığını hem de bölgenin eski günlerini soruyorum. Bana şunları anlatıyor: “Aslen İneboluluyum. Mesleğe 1967’de başladım. Uzun yıllardır bu dükkândayım. İlk dükkânım Fener’deydi. Eniştem piyano tamircisiydi, onun sayesinde bu mesleğe girdim. Yenileme çalışmaları sayesinde buradaki görüntü çok değişti. Normalde dış cephe bakımlarını, boyamalarını belki ben kendi dükkânım için yapabilirdim, belki de komşum kendi dükkânı için yapardı. Ama tüm caddenin hepsinin birden yenilenmesi, onarımdan geçmesi buranın görüntüsünü iyi yönde değiştirdi. Anadolu’da imece usulü vardır, bilirsiniz. Burada da işler öyle yürüdü. Bazen belediyeden gelen arkadaşlar benden merdiven istedi, bazen ben onlardan matkap istedim. Zengine de yapıldı, fakire de… Göze hoş görünen bir yer oldu.”
BÖLGENİN HAVASI DEĞİŞTİ
Değişimi gözlemleyerek sahil şeridinden Balat yönüne yürümeye devam ediyorum. Yol üzerindeki başka bir dükkân Şener Aydın’a ait. Torna ve özel imalat atölyesi işletiyor. Doğma büyüme buralı olduğunu söyledikten sonra bana şunları anlatıyor: “1986’dan beri Ayvansaray’da çalışıyorum. Paslanmaz işi, torna işi, özel imalat… Hâlâ aynı şeyleri yapıyorum. Aslen Rizeliyim ama Fener doğumluyum. Şimdi modernleşti buralar. Buradaki dönüşüm bize fayda sağladı. Bu çalışmanın topluca yapılması semtin havası değişti. Dışardan baktığınızda görünüm açısından eskiye oranla çok değişti. Buralarda gezen, buraları merak edenler de her geçen gün artıyor.
MOR SALKIM KOKULARI
Bu dükkânlardan sonra o renkli sokaklarda yaşayanların da fikrini almak istiyorum. Sokaklardan birine girip, mahalleli olan birileriyle karşılaşmayı umut ediyorum. O sırada iki katlı kırmızı bir evde yaşayan Mediha Çevik’le tanışıyorum. Ona da bölgenin eski ve yeni günlerini sorunca başlıyor anlatmaya: “45 senedir buradayım. Burada doğdum burada büyüdüm. Burası eskiden de çok güzel bir semtti. Evimin içini zaten hep yaptırıyorum, dışını da belediye yaptırdı. Eskiden yıkılacak gibi olan bir sürü bina vardı. Benim evin yan tarafı da sorunluydu. Geldiler yaptılar sağ olsunlar. Şimdi daha güvenli bir yer oldu. Kapı önü için de mor salkımlar getirdiler, şimdi çiçeklerin açmasını bekliyoruz.”
Mediha Hanım’ın evinden ayrıldıktan sonra bu sokaklarda dolaşmaya bir süre daha devam ediyorum. Camdan cama birbirlerine seslenen komşular, sokakları dolduran insanlar, capcanlı kafelerle bu bölgenin mahalle ruhunu yitirmeden bir cazibe merkezi haline gelmeyi başardığını görmemek elde değil. Bugünlerde İstanbul’un dört bir yanında çiçeklenmiş ve mis kokularıyla etraflarına hoş rayihalar yayan başka mor salkımların da önünden geçerek yeniden Balat Vapur İskelesi’ne varıyorum. Birazdan bu küçük semtten ayrılarak şehrin kalabalığına yeniden karışacağım. Aklımda ise eski bir İstanbul hayali kalacak… Gerçekten gezdiğim, görmeyi ihmal etmediğim bir İstanbul… Evliya Çelebi’den Eremya Kömürciyan’a, Osman Cemal Kaygılı’dan Sermet Muhtar Alus’a, yani o ünlü seyyahlardan bizlere kadar Balat ve Ayvansaray misafir ettiği herkesi kendine hayran bırakmayı başarmış görünüyor.
KAYNAKÇA
- Süleyh Ünver, İstanbul’da Sahâbe Kabirleri, İstanbul Fethi Derneği Yayınları
Evliya Çelebi, Seyahatname,
Eremya Çelebi Kömürciyan, XVII. Asırda İstanbul – İstanbul Tarihi, Eren Yayıncılık
Barış Aydındağ, (2010), Osman Cemal Kaygılı’nın Eserlerinde İstanbul Folkloru (Yayınlanmış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Danışman: Prof. Dr. Abdulkadir Emeksiz)
Ali Yavuz, (2010), Osman Cemal Kaygılı’nın Eserlerinde İstanbul, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Danışman: Prof. Dr. Ali Şükrü Çoruk)
Hagop Baronyan, İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti, Can Yayınları
Burçak Evren, Seyyahların Gözüyle Semt Semt İstanbul, Novartis