“DİJİTAL DÜNYADA EDEBİYAT BİR DİRENİŞTİR” MARİO LEVİ
Pelin Avcı
Fransızca öğretmeni, gazeteci, radyo ve tv programcısı, reklam yazarı, akademisyen… Kariyerini oluşturan liste uzun. Tüm bunların başına yazarlığı yerleştiriyor Türk edebiyatının nahif ismi: Mario Levi.
İstanbul’da çok kültürlü ortamda büyümenizin size artıları neler oldu?
İstanbul’un çok kozmopolit sayılabilecek bir ortamında büyüdüm. Farklı dinlerin, inançların insanlarıyla beraber çocukluğumu, ergenliğimi, gençliğimin önemlice bir bölümünü geçirdim. Ne kadar farklı ne kadar özel bir yerde yaşıyorum duygusunu fark etmeden geçti yıllarım. Hatta nerdeyse bütün İstanbul’u böyle sanıyordum. Çocuk gözlerinizle ne görebilirsiniz ki? Her yeri benim yaşadığım yer gibi zannediyordum. Tabii zamanla bunlar hikâyeleriyle, duygularıyla içinize yerleşiyor. Hatta ben bu söylemi kullanmaktan çok hoşlanıyorum “içinize yazılıyor”. Bunların hiçbirinin farkında değildim, sadece yaşadım.
Üniversitenin ilk yılında 19 yaşındayken ilk öykülerimi yazmaya başladım. Yolun başındaki her yazar gibi “acaba ne yazmalıyım” diye kendime sordum. O yaşlarda ilk aklınıza gelen aşktır. Aşk acısı, aşk hikâyeleri… Malum mutlu aşklar anlatılmaz. Sadece yaşanır. Mutsuzluk, edebiyat olur. Edebiyatın kaynağında bu vardır. Fakat bir süre sonra bu konuların bana yetmediğini gördüm. Başka bir yol bulmalıydım. Hangi hikâyeler beni daha çok heyecanlandırıyor diye kendime sorduğumda, gençliğimden, ergenliğimde yaşadıklarımdan bazı anlar zihnimin içinde dönmeye, böylece hikâyeler ortaya çıkmaya başladı. Gençliğimde yaşadıklarım benim için avantajdı. Ben edebiyatta ansiklopedik bilginin pek bir işe yaramadığını düşünürüm. Biraz yol almanıza yardım edebilir, salt bilgiyle yetinmek niyetindeyseniz pek bir yere varamazsınız. Bilginin yaşanmış, içselleştirilmiş olması lazım. Benim bilgim böyle bir bilgiydi. Bana bırakılan mirastan yararlandım diyebilirim. Ancak bu mirasın içinde bir başka dokunuş daha vardı. Ben bir toplumsal olayın, olgunun, değerin sözcüsü olmakla yetinmem. Duygularımı da işin içine katarım. O duyguların kaynağı bireysel tarihimdir. Yalnız bir çocuktum ben. Kardeşim yoktu. Çevreme uyum sağlamakta zorlanırdım bu yüzden. Bu yalnızlık duygusu mesela, eserlerimin inşasında etkili olmuştur. Bunları şimdi kolayca söyleyebiliyorum, ama eskiden böyle kolay söyleyemezdim.
Radyo ve televizyon programcılığı, dergicilik, gazetecilik derken, kuşkusuz bunların hepsinin üstünde olan yazar kimliğinizle tanındınız. Bugünkü yerinizi öngörmüş müydünüz?
Hayır. İlk öykülerimi yazmaya başladığımda üniversitedeydim. Günün birinde kitapevlerinin raflarında kitapları olan bir yazar olmanın hayallerini kurardım elbette. Üniversitede hocalık yapmanın hayalini de kurmuştum. Fakat şimdi bu kadarını hayal etmemiştim diyebiliyorum. Radyo ve televizyon programları yapacağımı, yeni yazarlar yetiştireceğimi, kitaplarımın yayımlanmakla kalmayıp ödüller alacağını, birçok dile çevrilerek yurt dışında satacağını, yani bütün bunların hepsinin birden gerçekleşebileceğini hiç düşünmemiştim. Şükürler olsun, hepsini gördüm. Şu an başka hayallerim var, inşallah onlar da bir gün gerçekleşir. Hayal kurmaktan asla vazgeçmem.
Geçtiğimiz günlerde, “Yazmak bir direniştir. Kendini ortaya koyma ve var etme ihtiyacıdır. Aynı zamanda bir arınma imkânıdır.” diyerek bir tanımlama yapmıştınız. Bu sözünüzü biraz açar mısınız?
Bana göre yazmak öncelikle bir keşif yolculuğudur. Yazalar var olan ama bir yerlerde gizli gerçekleri bulmanın mücadelesini verirler. Radarları, yani sezgileri başka insanlara oranla daha hassastır. Orta Çağ’da henüz bilinmeyen ülkeler vardı. Yazarları bu ülkeleri keşfetmeye çalışan insanlara benzetirim. Kendi haritamı çizmeye çalışıyorum. Bu arayışta aslında kendimi arıyorum. Kendimde zamanla fark etmediğim bazı karanlık köşeleri görüyorum. Karanlıkta bırakılmış… Belki zamanla kendimi korumak için karanlık bıraktığım şeyler, bilemiyorum. Yazarken korunmasız ve savunmasız oluyorsunuz. Dolayısıyla biraz da o yüzden kendinizi keşfediyorsunuz. Başkalarını keşfederken kendinizi de tanıyorsunuz. Kendinizi inşa ediyorsunuz. Sayfalar dolusu yazdığım onca kitaba rağmen hâlâ yazı otururken heyecanlanırım. Bunun nedeni sürekli arayış içinde olmamdır. Keşfedeceğim şeylerin heyecanı…
Direniş, benim dünyamda oldukça geniş bir anlama sahiptir. Edebiyatın dünyadaki kötülüğe, sıradanlaşmaya, vasatlaşmaya karşı bir direniş olduğunu düşünürüm. Edebiyatın içinde sadece yazmak yok, okumak da var. Başkalarının sesini de duymamız lazım. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki birbirimizin sesine, varlığına sağır kalmaya başladık. Edebiyat tıkanmış yolları açar, sağırlığı giderir. Hele şimdi, metaverse gibi kavramların konuşulduğu dijital dünyada edebiyat bir direniştir.
O Pazartesi Eminönü hikâyelerinde bir çok karakterin hafta başında neler yaşadığını görüyoruz. Sizin pazartesiniz nasıl geçiyor? Bir hikâyesi olsa nasıl olurdu merak ediyoruz.
Çalışan insanlar için bildiğim kadarıyla son 20-25 yılda ortaya çıkmış “Pazartesi Sendromu” vardır. Ben yıllardır bu sendromu yaşamıyorum. Çünkü haftanın 7 günü çalışıyorum. Pazartesiler benim için artık her gün gibi. Pazartesi benim için sıradan bir gün hâline dönüştü. Senaryo, dergi veya gazete için, çevrimiçi derslerim için mutlaka yapacağım bir şeyler olur. 43 yıllık bir çalışma hayatım var. Hiç işsiz kalmadım. Farklı meslekler icra ettim. Nefret ettiğim işlerde de çalıştım. Hepsi istediğimi yazabilmek içindi. Ama şimdi sadece sevdiğim işleri yapıyorum. Bazı yazarlar gibi aileden büyük gayrimenkuller görmedik, orta hâlli bir ailede büyüdüm. Şükürler olsun hiçbir gece aç yatmadık ama öte yandan çok şeyden de mahrumduk. Dedem ve babamın sağladığı imkânlar sayesinde iyi bir eğitim aldım. İyi bir hayat yaşadım, ama hep çalışmak zorundaydım. Acaba çalışmasaydım 19 kitap yerine 26 kitap yazar mıydım? Emin değilim. Yaşadıklarım bana çok şey öğretti. Dededen kalma ticari bir iş vardı. Hiç sevmeyerek idare ettim. Ben de pazartesi sendromunu işte o zamanlarda yaşardım. Fakat şimdi anlıyorum ki o çevrede birçok insan tanımışım. O Pazartesi Eminönü kitabı bu sayede çıktı.
Aynı kitapta, “Mükemmellik kaygısının bir kusur olduğunu düşünüyorum artık.” diyorsunuz. Önceden bu kaygıyı yaşayan biri olarak mı yazdınız?
Evet. Özgüven eksikliğim olduğunu düşünüyorum. Zamanla bu açmazı aştım. Artık mükemmelliği aramıyorum. Zaten insan eli ile yapılan hiçbir şey mükemmel değildir. Ama muhteşemlikten bahsedebiliriz. Arada önemli bir fark vardır. İyinin iyisi hep olsa da ben her zaman elimden gelenin en iyisini yapmaya gayret ederim. Sevdiğim şair ve şarkıcı Leonard Cohen’in “Anthem” adlı şarkısında “Mükemmelliği unutun. Her şeyde bir çatlak vardır. Işık da oradan girer.” diyor. Gerçekten güzel bir anlatım bu. Dolayısıyla mükemmellik kaygısı taşıyanları gördüğümde buruk bir gülümseme oluşur yüzümde.
Bir sonraki sur içi kitabınız ne zaman çıkacak? Fatih’te geçen hikâyeleri merakla bekliyoruz.
Kısmetse ya 5. ya da 6. kitapta hikâyeler sur içinde geçecek. Sur içi kitabı benim için çok özel. Çünkü eski İstanbul. Hep şunu söylerim 1453’te Fatih Sultan Mehmet Kostantiniye’yi fethetti ama Üsküdar ve Kadıköy zaten 100 yıl önce Osmanlı’nın elindeydi. Dolayısıyla İstanbul denilince kastettiğimiz yer burası, yani Fatih. Türkler, yüzyıllarca fethetmeyi hayal ettikleri şehre neredeyse bir yüzme mesafesinden bakıyorlar. Biz o topraklarda yaşıyoruz. İstanbul’un kendisi zaten yaşanmış birçok hikayeyi barındırıyor. Bu sebeple Sur içi kitabı benim için çok kıymetli.
Herkese sorduğum şu soruya sizden de yanıt beklerim: Hangi esere sahip olmak isterdiniz?
Esaslı ve zor bir soru. İki farklı cevap vereceğim. Bana ait olmasını istediğim edebî eser Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde kitabı olurdu. Proust benim hayatımda önemli bir yer tutar. Bir romanda aradığım her şeyi onda bulabilirim. Virginia Woolf’un Deniz Feneri’ni de yazmış olmayı isterdim. Resim koleksiyonuma koyabileceğim bir eser seçmem gerekirse Diego Velázquez’in Madrid’de Prado Müzesi’nde sergilenen Las Meninas (Nedimeler) tablosunu seçerdim.