ALTIN KAPIDAN ALTIN ÇEMBERE
ALTIN KAPI’DAN ALTIN ÇEMBERE
Ömer Erdem
Yedikule Hisarı’nın girişindeki büyük kapıya Altın Kapı denildiğini sonradan öğrenecektim. Burası bir yandan, ortağı, parçası, bir yarısı, belki rakibi Batı Roma’ya bakarken, ta uzaktaki Trak kültlerine göz kırpar ve kendisi Bizans’a da dayanır. Ayasofya, Milyon Taşı’na kadar uzanan Altın Kapı’nın ufku, bir güzergâh akışıyla da kamusal ve kutsal pek çok durağı içerir. Kişinin şehri, kutsalın ve kamunun şehrinden farklıdır ve onun oluşumu pek çok bileşenin hayatla yoğrulmasıyla pekişir. Benim ilk ve son şehrim hep İstanbul oldu. Onu bir dizi kavramdan kopardığım kadar neredeyse her köşesini adımlayarak çattığım hayatımla buldum. Benden önce oraya dikilmiş pek çok işaret taşına bağlandım ama her zaman onlara isyan da ettim. Altın Kapı’ya bağlanırken ondan uzaklaşmam kendimi bulmam içindi.
İstanbul’a ilk geldiğim yıllarda abimin Yedikule, Altın Kapı’nın yakınında bir kaporta dükkânı vardı. Tarih ile güncelin bu kapaklanışı her zaman tuhaftır. Burnu kırılmış Bizans sultanlarına benzeyen şehir, Samatya’dan Aksaray’a kadar dökülüyordu o vakitler. Yedikule banliyö tren istasyonundan binip de Cankurtaran’da indiğim zaman şehrin arada kalmışlığını hep yakından izlerdim. Yukarıda, Beyazıt Yangın Kulesi’nin yükseldikçe incelen başı, Sultanahmet’in dolu gövdesi fakat arada kalmış saklı izler benim de kafamı karıştırırdı. Sultanahmet Meydanı’na erişip de sağa sola baktığımda bir yığın çelişkiyi yaşar bunların arasından bir düzen arardım. Hayır hayır, ne Alman Çeşme’si ne Burmalı Sütun ne Mısır Taşı… Hiçbiri birbiriyle uyumlu değildi. Roma’nın Hipodromu, Osmanlı’nın At Meydanı üç beş turizm şamatası altında eriyip giderdi. Her zaman Ayasofya ile Sultanahmet arasında bir kaçımlı uyuşumsuzluk sezerdim. Ne çağ ne duyuş süresi vardı aralarında.
İstanbul’un bir değil pek çok kurucusu vardır ve her kurucu kendisine göre bir işaret taşı koymak istemiştir. Bu taşlar istenir ki sonunda güç ve iktidarın önüne çıksın ve onun yüceliği önünde diz çöksün. Ne zaman Çemberlitaş sütununun önünden geçsem ruhu çekilmiş bir kahramanın iskeletiyle karşılaşmanın burukluğunu yaşardım. Bu mor ve görkemli taş tepesindeki Apollon heykelini kaybettiği günden beri şehri ele geçirenin tüneği olmuştu. Tepesindeki düzlük ise onun artık ebedî sahipsizliği olabilir miydi? Ben, şehrimi ararken kime, neye bakacaktım?
Fetih sonrasının İstanbul’u Kapalıçarşı ve çevresi ile yeniden kurulmaya başlandı. Büyük vezir Mahmut Paşa başta olmak üzere ileri gelenler bir taş daha koymak için yarışa girdiler. Fatih, bir Roma imparatoru olmak istediği için hukuk ve ekonomi yanında kültür ve sanata öncelik vermişti. Kapalıçarşı bir imge olarak ticari aklın şiiri diye kuruldu. Fakat henüz fetihçi çağını tamamlayamadığı için Fatih, kendi adına şehrin sembolü sayılacak bir işaret taşı bırakamadı. Ama, şehrin kendisi onun işaret taşı sayılırdı.
İktisat tarihi ile zihniyet dünyasının oluşumunu, kültür sanat ile şehir fikrinin mayalanışını erken yaşlarında didikleyen biri olarak, İstanbul’un içinde kendi İstanbul’umu yıllarca aradım. Birbiri ile yarıştığı kadar birbirini kıskanan, olmak istediği kadar yıkılmak da isteyen, her büyük yangınla yeniden âdeta dirilen şehrin izlerini, Kapalıçarşı, Sultanahmet, Mahmutpaşa, Tahtakale, Eminönü, Zeyrek, Küçükpazar, Divanyolu, Laleli, Süleymaniye, Şehzadebaşı, Fatih arasında tekrar tekrar, bata çıka aradım.
Bir kez olsun Nuruosmaniye’nin yüksek ışığı altında kubbelere dalmayan kişi, bana göre Süleymaniye’yi de anlayamaz. Hayat birbirinden kopan ama birbirini tamamlayan süreklilikler demektir. Ara Güler’in, Mimar Sinan sana bu yapıdan içeri girince ‘Allah’ı gösteriyor’ dediği Süleymaniye, hiçbir kitaptan öğrenilemez. Yahya Kemal’in şiiri fikir verir ama orada kalırsan, yaşamasızlığın çemberinde daralırsın. Galata Köprüsü’nün Eminönü tarafındaki başlangıç noktasında durup Süleymaniye’ye bakman gerekir. Abidin Dino’nun, “İstanbul’un fethi Süleymaniye ile tamamlandı.” demesi boşuna değil. Ancak, bu noktadan bakınca şehrin saklı mücevheri Rüstempaşa’yı görmeyen yine Süleymaniye’yi okuyamaz. O sebepten ben işaret ve yön levhası olarak Rüstempaşa’yı görürüm. Osmanlı Uygarlığı’nın iktidarı Süleymaniye’de güneş olur ama ruhu, inceliği, asaleti Rüstempaşa çinilerindedir. İşte benim kendi icat ettiğim işaret taşına sebepli bir örnek.
Bir altın çember kurmaktan yanayım ben, tek tek işaret noktaları belirlemek yerine. Tarihî yarımadayı düşündüğümüzde, İstanbul’un âdeta bir altın çember gibi surlarla çevrildiğini görürüz. Öyleyse herkesin kendisine özgü bir altın çember kurması şehrin tarihsel kimliğine de uygun. Kim bilir İstanbul’un şuuraltında böylesi yüzlerce, binlerce çember vardır ve bir düş armağanı gibi bizi beklemektedir. Bu sebepten olacak, Topkapı Sarayı’nın dış ana kapısının önünde duruyor, sağıma Ayasofya’yı soluma Sultanahmet Çeşme’sini alıp Milyon Taşı’nın önüne dek yürüyorum. Divanyolu’nu yavaş yavaş adımlıyor, ilkin Türk Ocağı binasının olduğu sürprizli alana giriyorum. İşte bir düşünce ve sanat antolojisi! Muallim Naci de burada, Şeyh Bedrettin’in kemikleri de. 2. Abdülhamit ile onca paşa (İttihatçılar dâhil) alttan alta selamlaşıyorlar. Ne kadar kalınabilir burada? Bir saat? Bir asır? Zihin ölçümlere sığar mı?
Madem bir altın çember peşindeyiz, Çemberlitaş’ı bulalım. Tepesinden ağan bulutlara bakalım. Vaktiyle İstanbul’un yedi tepesinden birisinde bulunduğumuzu hatırlayalım. Nuruosmaniye’nin önünden geçerken onun kaç padişahın elinden geçmiş yapılış hikâyesini ve eşsiz kütüphanesini hatırlayalım. İşte burada tereddüde düşersiniz. Sola, Kapalıçarşı deryasına mı dalmalı? Kurucu Mahmut Paşa’yı selamlayıp şimdilerde bir halk şehrayini görüntüsü veren Mahmutpaşa yokuşunu mu bulmalı? Benim tercihim hep bu yokuş oldu. W. Benjamin’in Pasajlar’ına göz kırpan sağlı sollu hanlar, hiçbir yerde bulamayacağınız renk, ses ve ışık saçakları sunar. Burada da ne kadar yaşayabilirsiniz? Bir saat, bir gün, bir asır? Dedik ya, zihin ölçüye sığmaz.
Eğer bu şehirde yaşayan kişi daha aşağıya inmez, Tahtakale’nin dünya limanı manzarasına dalmazsa bahtsızdır, nasipsizdir. Yolu bir vesileyle Rüstempaşa Camii’ne çıkacaktır böylece. Mısır Çarşısı, Yeni Camii, Sirkeci Tren İstasyonu, Gülhane ve yukarıda Soğukçeşme Sokağı’nı aşınca başladığınız yere döndünüz. Şimdi bu çemberin içini, hemen kenarlarını düşünün. Ne yok ki burada? İstanbul’u şehir kılan, vaktiyle Yedikule’deki Altın Kapı’dan girip de bir varlık şehrinin altın kubbesi altında kendisini şanslı hisseden kişi ile buluşmak için hayal gücü kadar yaşama isteği de gereklidir. Benim İstanbul’um, benim altın çemberim bin bir ayrıntı kadar tecrübeyle burada mayalanıp yoğruldu. İstanbul’a kitabımı yazarken bu oluşun heyecanıyla dolaştım. Kişi ki İstanbul’u kendi yolu kıldıkça ona varabilir.