Nacer Khemir: UÇAMAYAN KİMSE ÖZGÜR OLAMAZ
Nacer Khemir:
UÇAMAYAN KİMSE ÖZGÜR OLAMAZ
Pelin Avcı
Yönetmen, yazar Nacer Khemir’i en çok Bab’Aziz filmiyle tanıyoruz. Khemir, çalışmalarının tümünde Sufi hikâyelerinden ve kültürel mirastan ilham alıyor. Onun sanatının ve projelerinin ardında yatan derinlik kendi kişisel yaşam yolculuğunun da bir yansımasıyla ilgili. Khemir ile yaptığımız röportajda sanata bakış açısını, çocuklarla yaptığı çalışmaları ve daha bir çok meseleyi konuştuk.
Çocuklarla çalışmayı özellikle tercih ettiğinizi biliyoruz. Çocukları bu kadar önemseyen bir sanatçının kendi çocukluğunu merak ediyoruz…
Ben normal şartlarda büyümedim. Altı yaşımdan on sekiz yaşıma kadar yatılı okulda kaldım. Yani bir aile ortamında değildim. Zaten, bir buçuk yaşındayken bacağımla ilgili bir sorun yaşamış ve bu nedenle uzun süre annemden ayrı kalmak zorunda kalmıştım. Bu durum bende derin izler bıraktı ve hayatta en önemli şeyin aşk olduğunu hissettirdi. Bu, belki çocukluğumda ve gençliğimde eksik hissettiğim bir duyguydu. Eksikliği telafi etmek için yaşamım boyunca aşkı aradım ve anlattığım hikâyelerde de bu duyguyu yansıtmaya çalıştım.
Filmlerimde anlattığım hikâyeler, aslında yaşamak istediğim ve başıma gelmesini arzuladığım deneyimlerin yansıması. Paris’te farklı kültürlerle tanıştığımda, bu kültürlerin bana bir şeyler anlattığını fakat kimliğimle ilgili bir şey söylemediğini fark ettim. Üstüme şöyle bir baskı yerleşti: “bizi tekrar etmelisin, bizim gibi olmalısın, biz en iyisiyiz, biz dünya için bir modeliz, biz dünyanın modeliyiz, dünyanın kalbiyiz”. Ben bunu reddettim. Kendi kimliğimi bulma ve ifade etme yolculuğuna çıkmayı tercih ettim.
Bu yolculuktan bahseder misiniz?
Fransa’da Yeni Dalga akımı (La Nouvelle Vague) etkili olduğu bir dönemdeydim ve o zamanlar kendimi hiçbir şey gibi hissediyordum. Bu duygudan yola çıkarak, kendi mirasımı ve içimde kalan değerleri aradım. Bu süreçte, Binbir Gece Masalları’na ilgi duymaya başladım. Çünkü Binbir Gece Masalları, İncil ve Don Kişot gibi tüm dünyadaki yazarları etkileyen, herkesin referans aldığı, dünyada en çok tercüme edilen ve birçok dile çevrilen metinlerdendi. Bu masalları anlatırken, kendimi evimde hissetmeye başladım ve içsel olarak rahatladım. Artık kendimi “garip biri” gibi hissetmiyordum.
Bu süreç ilişkilerimi değiştirdi. İnsanlar beni bazı mekânlara davet etmeye başladı, bana ödüller verdi. Onların tiyatro salonlarındaydım ama aslında ben onları kendi evime davet etmiştim. Kendi dünyama çağırarak, ilişkiler ağını tersine çevirdim… Aslında onların bizden daha güçlü veya zengin olmadığını fark ettim. Bu deneyimler, kendi kimliğimi bulma ve kendimi ifade etme yolculuğumda önemli bir rol oynadı ve beni daha güçlü bir sanatçı yapmaya yardımcı oldu.
FARKLI KÜLTÜRLERE KARŞILAR
Çocuklarla ilgili yaptığınız çalışmalardan bahseder misiniz?
Fransa’da içinde bulunduğum komisyonlarda özellikle Arapça ve Fransızca olmak üzere çift dilli kitapların oluşturulmasını öneriyordum. Ancak bu önerilerim reddediliyordu. Avrupa’nın sorunu buydu; kendi kültürlerini diğer kültürlere geçirmeye çalışmaları. Ancak onlar, Arap çocuklarının kendi kültürlerinin bir parçasını taşımasını istemiyorlardı. Kumların Dili kitabımı bu konuya dikkat çekmek için yazdım. Arap alfabesinin her harfi için yeni bir hikâye anlattım. Bu kitap, Arap çocukların çoğunlukta olduğu okullarda okutulmaya başlandı. Arap çocukları, bu kitabın kendilerine ait olduğunu hissederek, onunla gurur duydu. Bu, kültürel direnç oluşturan bir eylem olarak görülebilir. Sanat, yüksek kalitede yapıldığında, reddedilemeyecek bir öneri hâline geliyor. Bu durum, Sufizm’in estetik anlamda bu tür dirençleri ifade etme konusunda önemli bir rol oynadığını gösteriyor. Sufizm, bu tür konularda en üst seviyede ifade edilebilecek bir ekol veya akım olarak görülebilir.
Sanat, estetik ve felsefe eğitimlerinde kendi kültürümüzü yansıtmada eksiklik yaşadığımızı düşünüyor musunuz?
Tunus’ta böyle bir problemimiz var. İnsanlar genellikle bu konuyu bir ders veya kurs gibi düşünüyorlar, ancak aslında bunun daha temel bir yaklaşımı olduğunu anlamalıyız. En iyi modelin Alman veya Amerikan eğitim programları olduğunu düşünmek trajik bir yanılgı. Bu tür modellerle çocukları, kendi kültürlerinden uzaklaşacakları bir forma sokmuş oluyoruz. Bunun Danimarka’da zeytin ağacı dikmeye çalışmaktan farkı yok. Her toprağın kendi özgün meyvesi olduğu gibi, her çocuğun da doğduğu yerin kültürünü ve yaşam tarzını tanıması ve bu ortamı anlaması gerekir. Bunun için bir derse, okula veya kursa ihtiyaç yoktur. Kültürümüzün beslendiği kaynakları bulmak için araştırma yapmalıyız. Örneğin, Tunus’ta hâlâ geçerli olan Fransız sömürge dönemi yasaları gibi konuları ele almalıyız. Doğulu çocukların bilmesi gereken, öğrenmesi gereken ve tatması gereken değerler var. Aksi takdirde çocuklar özgür olamaz. Her çocuğun bu yaratıcılığı bulabilmesi için eğitilmesi gerekir.. Ben de bu konuda sık sık çalışmalar yapıyorum. Cinlerin Tarlasında adlı bir kitabım da aslında bu bağlamda değerlendirilebilir.
SEVDİKLERİMİZ ASLA ÖLMEZ
Çocuklara aşkı anlatmamız için bize ne önerirsiniz?
Benim en önem verdiğim alan çocuklar… Çocuklarla daha çok çalışma fırsatı bulduğumda, özellikle Sufi hikâyeleri üzerine yoğunlaştım. Bu hikâyeleri anlatmak onların bakış açılarını ve vizyonlarını genişletmek açısından çok etkili oldu. Çocuklar, genellikle çok negatif bir bakış açısıyla büyüyorlar ve onlara daha pozitif bir bakış açısı kazandırmak gerekiyor. Çocuklarla yapılabilecek pek çok etkinlik var ama onların etkinliğiyle yetişkinlerin etkinliği bir değil. Whispering Sands adlı filmimiz, Türkçe olarak “Fısıldayan Kumlar” olarak tercüme edildi ve çocukların anlayabileceği bir film oldu. Ayrıca, çocukların anlayabileceği çok güzel masallar da var.
Şu anda yap Nazım Hikmet’in eserlerinden ilham alarak yola çıktığım, yapım aşamasında olan bir filmim var. Aşıklar Gecesi adını taşıyan bu film, genç bir kızın aşk hikâyesini anlatıyor. Hikâye, genç kızın yaşadığı duygusal yolculuğu ve onu her yerde izleyen bir aşk bulutunu konu alıyor.
Filmde, genç kızın yaşadığı dünyaya tek gözlü bir dev hükmediyor. Ancak genç kızın sahip olduğu küçük bahçe, devin kontrol etmeye çalıştığı tüm topraklardan farklı. Genç kız, bu bahçeyi korumak istiyor ve bu nedenle devin istilasına karşı direniyor. Hikâye, genç kızın bahçesinde diken bulmasıyla bir dönemeç alır. Genç kızın dikeni bahçesinden dışarı atması ise beklenmedik olaylara yol açar. Bir fırtına ve yağmurun ardından, genç kızın içsel gücü ve aşkı, bahçeyi kurtarmak için ortaya çıkar. Bulut olarak temsil edilen aşk, yağmur yağdıkça küçük kalplere dönüşür. Bu kalpler, birleşerek bahçeyi kurtarmak için bir çaba sarf eder. Hikâye, bir ney çalan bir derviş tarafından anlatılır. Neyin melodisi, güvercinin sembolik bir şekilde genç kızın omzuna konmasına neden olur. Güvercin, genç kıza sevdiklerin asla ölmezler mesajını ileterek hikâyenin duygusal bir noktasını oluşturur.
Son olarak, yerden buharlaşan suyun tekrar bulut hâline dönüşmesiyle hikâye tamamlanır. Bu animasyon film, aşkın gücünü, direnci ve sevginin ölümsüzlüğünü anlatan büyülü bir hikâyedir.
Son dönemde neler üzerine çalışıyorsunuz?
Yaptığım, yapmak istediğim şeyleri ne zaman yapabiliyorsam yapıyorum. Bab’Aziz filmini yapabilmek için biraz para bulmak konusunda on yılımı harcadım. Gençlere tecrübelerimi aktarabilmek için onları eğitebilmek de isterdim. Bazıları benim gençleri eğitmek için çok yaşlı olduğumu düşünebilir. Geride kaldığımı ve gelecek için söyleyebilecek çok fazla şeyim olmadığını… Aslında, bir gence dokunabilmek için, bir gence yardım edebilmek için çok büyük şeylere gerek yok. Bazen onun ilk adımı atabilmesi için bir cümle yeter. Çünkü eğer ilk adımı yanlış tarafa doğru atarsanız, esas varmak istediğiniz yerden çok farklı bir yerde kendinizi bulabilirsiniz. Onlara yardım edebilirim çünkü ben okulda hiçbir şey öğrenmedim. Benim şu ana kadar onlara aktarabileceğim şeyler, benim kendi tecrübelerim.
Sanat, bana göre, mutluluk ve umut vermeli, müzik gibi. Hatta hüzünlü bir müzik bile bir şekilde mutluluk verebilir. Filmler her zaman bir problemden mi bahsetmeli? Film ne kadar problemin içine gömülürse, o kadar iyi olur, diye düşünüyoruz. Ancak bu tamamen güç ve politika ile ilgili bir düşünce. Sanatın işlevi ve amacı bu değil. Politikalar değişir, problemler değişir, ancak Yunus Emre’nin sözleri hep kalır. Eğer bir sinema okulunda ders veriyorsam, öğrencilere Yunus Emre’nin ilahilerini, şiirlerini konu olarak verirdim. Eğer anlatacak bir şeyiniz yoksa, yolunuz nereye gidebilir ki?
Filmlerinizde de bu kültürden besleniyorsunuz. Muhyiddin-i Arabi, Sadi-i Şirazi, Celaleddin Rumi…
Çünkü onlar benim atalarım… Karl Marx’la da bir sorunum yok. Hayat zor aslında. Bir de bu hayatın zorluğu içerisinde insanın üstüne daha fazla bir şey yığmanın anlamı yok. Zaten gerçeklik içinde yaşadığımız gerçeklik üzerimize üzerimize çok fazla geliyor. Aslında sanatın işlevi nedir derseniz cevabım şu olur; sanat sizi uçurmalı, ayağa kaldırmalı. Ve tam olarak da gençlere öğretmemiz gereken şey bu. Uçamayan kimse asla özgür olamaz. Özgürlük kimlik kartımızda yaşanan bir şey değil. O kalbin bir hazzı, mutluluğu.
Doğu dünyası, sürekli olarak Batı’dan gelen imajlara ve görsellere maruz kalıyor ve bu durum zihinlerini daha da karıştırıyor. Buna nasıl direnebiliriz? Ayrıca, bu estetik bir noktadan da yola çıkmıyor ve onları geri püskürtmek için bir estetik direncimiz yok. Örneğin, Nike ayakkabısının altına ufak bir imza koyup tüm dünyaya onu gönderiyorlar. Benim bakış açımdan, tek çözüm çocukları en başından eğitmek. Onlara gerçek hissiyatı, gerçek değerleri, gerçek güzelliğin anlamını ve insanlığın ne demek olduğunu öğretmek… Türkiye gibi bir ülke buna nasıl direnebilir? En azından buna direnmek için bir alternatifimiz ve opsiyonumuz var. Çünkü onlar bizi işgal ettiler ve biz giderek depresif hâle geliyoruz. Ona maruz kalıyoruz, pazara maruz kalıyoruz, dünyaya maruz kalıyoruz, şiddete maruz kalıyoruz ve daha zenginlerin baskısına maruz kalıyoruz. Çocukları en başından ele almalıyız ve onlara kendi olabilme zevkini tattırmalıyız. Onlara kendi kendilerine yetebilme zevkini ve var olma ihtimalini göstermeliyiz. Bunun için kendi kültürlerinin tanığı olmalarını sağlamalıyız. Büyük şairler, yazarlar ve sanatçılar onlar için birer şahitliktir ve gerçek aileleridir. Bu şekilde baktığımızda aslında kimse aslında yetim değildir. Neyin kıymetli olduğunu bilirsek onlara aktaracağımız şeyin de ne olduğunu biliriz.