Tanpınar’ın Evi

Prof. Dr. Handan İnci Elçi

Edebiyatçı- Akademisyen- Yazar

Yaşadığım Gibi adlı kitabında kendisinden söz ederken “Ben Şehzadebaşılıyım…. Her taşına ayrı ayrı bağlıyım”diyen Tanpınar, bir Fatih çocuğudur. Burada dünyaya gelmiş, kadı babasının işi nedeniyle İstanbul dışında bulundukları dönem dışında burada yaşamış, burada büyümüş ve buraya duyduğu derin bağlılığı romanlarına da taşımıştır. Özellikle Sahnenin Dışındakiler ve Huzur romanlarında romanlarında İstanbul’un değişimini anlatırken Şehzadebaşı’nı bir model mekân olarak kullanır. “Eski İstanbul” diye anılan Fatih semtini bütün sokaklarıyla adım adım gezen roman kişileri, semtin yıllar içindeki dönüşümünü eleştirel bir bakışla anlatırlar.

Bu dönüşümün en çarpıcı sonucu, Tanpınar’ın yaşadığı evin dahi bugün yerinde bulunmamasıdır. Bu kadar yakın bir tarihte, böylesine önemli bir romancıya ait evi bile koruyamayacağımızı Sahnenin Dışındakiler romanında apaçık söylemiştir aslında Tanpınar.

Resmi yazışmalarda bulduğumuz adresine bakarsak, romanda Cemal’in tarif ettiği ev Tanpınar’ın evidir:

“Evimiz Şehzadebaşı ile Horhor arasında yukarıda camiinden bahsettiğim Elagöz Mehmetefendi mahallesindeydi. Bu mahalle camiin etrafına toplanmış beş sokakla onların açıldığı bir tramvay caddesine muvazi ve oldukça geniş, öbürü Aksaray tarafında onun karşılığı, fakat kargacık burgacık iki sokaktan ibaretti. Dört evliyamız, camiden başka bir ahşap mescidimiz, biri Lale devrinden diğeri biraz daha evvelden kalma iki medresemiz, birinin içinde ‘Yeşil tulumba’ adı verilen bir soğuk su kuyusu bulanan birkaç küçük mezarlığımız vardı. Bu yeşil tulumbanın önünden biraz aşağı inildi mi Ağayokuşu’na ve Şirvanizade’nin Eski Karadut mahallesindeki konağının bulunduğu arsaya inilirdi. Mahallenin tramvay caddesine bakan tarafında Hamamizade İsmail Efendi’nin babasının kiralamış olduğu hamam vardı.”

Sahnenin Dışındakiler romanında Şehzadebaşı’nın demografisi, mimarisi, mahalle hayatı ile anlatılan değişim süreci imparatorluğun yaşadığı dağılma ve küçülmeyi de yansıtan bir metafora dönüştürülerek Cemal’in ağzından şöyle aktarılır:

Babamın yetiştiği zamanlarda mahallemiz 93 muharebesinin ve Hamid devrinin ilk yıllarının yeni baştan çizdiği kadro içindeydi.  Artık ne Abdülaziz devri paşalarının kapısı herkese açık konakları, ne bir ucu israfa varan, fakat şehirli halkının pek kıskandırmayan debdebe ve kalabalığı, ne de ağızlardan düşmeyen şöhretleri kalmıştı. (…) Biz Sinop’tan döndüğümüz zaman mahallemiz asıl şeklini Balkan Muharebesinde alacak olan dördüncü devreye girmeye hazırlanıyordu. Çünkü Meşrutiyet ilanıyla hayli değişiklikler olmuştu. Abdülhamid paşaları artık şehir içinde oturmuyorlardı.”

Büyük bir mahalle dokusunun çekirdeği gibi metnin adeta ortasına yerleştirilen Elagöz Mehmetefendi Camii ise bu değişim evrelerini en canlı şekilde yansıtan bir simge mekân gibidir:

“Elagöz Mehmetefendi Camii, benim yalnız dört devresini saydığım bu içtimai jeolojinin her şeyi ve bütün hayatı etrafında toplayan merkeziydi. Aziz devri paşaları zamanında küçücük camiimiz pırıl pırıl imiş. Durmadan tamir edilir, halılar, kilimler, hasırlar, yazı levhaları hediye edilirmiş. Hamid devrinde bu hediyeler, nezirler, adaklar azalmış. Balkan Harbinden sonra ise az çok bakımsız kalmıştı. Evkafın yaptığı cüzi yardımı ancak mahalle halkının müşterek yardımı tamamlayabiliyor, böylelikle akşam ve teravih namazları kılınabiliyordu. Camiin iki kapısı vardı. Biri bizim evin tam karşısında idi. Buradan –bütün mahalleli için olduğu gibi- benim çocukluğuma girilirdi. Çünkü bu kapıdan asıl camie giden yolun etrafındaki ağaçlar bizi bir sadık lala gibi senelerce sırtlarında taşıdılar.”

Sahnenin Dışındakiler romanında gençliğinin başında gördüğümüz Mümtaz da Huzur romanında yine aynı camiden bu can yakıcı dönüşümün simgesi olarak söz edecektir.

Romanlarında ve yazılarında İstanbul’un kültürel coğrafyasını çizerken camilere, saraylara, çeşmelere bol bol atıf yapan Tanpınar’ın bu kadar ısrarla sözünü ettiği camii merak etmemek mümkün değildir. Merakının peşine düşenler, Şehzadebaşı’nda Elagöz Mehmetefendi adlı bir caminin olmadığını öğrenecektir. Tanpınar, kim bilir hangi romancı saikiyle, Muhtesib Karagöz (Kara koz) Mehmet Efendi Camii’nin adını Elagöz’e çevirmiş olmalıdır.

1940 yılının nisan ayında Mümtaz, Nuran’dan ayrılmış olmanın acısıyla İhsan’ı ziyaret ettiğinde, odanın penceresinden gördüğü Elagöz Mehmet Efendi Camii’ni şöyle anlatır:

“İhsan’ın çalışma odasında konuşuyorlardı. Karşıda bütün çocukluğunun şahidi olan Elagöz Mehmet Efendi Camii’nin kurşunsuz kubbesi üstünde tesadüfün bir cilvesi olarak biten bir servi dalı, âdeta bu Müslüman mabedin mazisi üstünden ölüme ve hayata beraberce gülüyordu. Ve bahar her taraftan taarruz halindeydi.”

Bununla birlikte Tanpınar, 1920 yılı eylül ayında başlayan Sahnenin Dışındakiler romanında Tanpınar bu camiyi yıkılmış olarak gösterir. Cemal, ailesinin yerleştiği Ege kasabasından tıp okumak için İstanbul’a geldiğinde evleri gibi cami de yerinde bulamaz:

Babam mahallemize gitmemi, kirada olan evimizi, komşuları görmemi sıkıca tembih etmişti. (…) Eve gelince, o, daha beledi, daha umumi bir hizmete alındı. Şimdi olduğu yerden şehrimizin en büyük bulvarı geçiyor.”

Aile evinin yıkılmasına o kadar da üzülmüş görünmeyen Cemal, camiin yerinde olmadığını gördüğünde sarsılmıştır: 

Yalnız bir şeye müteessir oldum. Evimizin karşısında Elagöz Mehmetefendi Camii de beraberce yol olmuş. Bu cami on yedinci asır başında yapılmış çok şirin bir eserdi. Fakat ayakta kalması, yıkılmaması için hiçbir gayrette bulunmadığıma göre bu teessürümden fazla bahsetmeğe hakkım yok.”

Evet, “ayakta kalması, yıkılmaması için hiçbir gayrette bulunmadığımız” hafıza mekânlarımızdan üzüntüyle söz etmeye hakkımız yoktur elbette, peki ya her taşına ayrı ayrı bağlı olduğu İstanbul’un kimliğini koruması için kalemiyle bunca emek verdiği halde evini olsun ayakta tutamadığımız Tanpınar’ın hakkı?

Tanpınar’ın üzerimizde ne çok hakkı vardır oysa… Huzur’u her okuduğumda, Mümtaz ile Nuran’ın aşkı bir yana, Tanpınar’ın bu romanı kültürel bir hafıza mekânı olarak İstanbul’un gündelik hayatımıza kazandırdığı zenginleştirici imkânlara dikkat çekmek için kaleme aldığını düşünürüm.

Nuran’dan ayrıldıktan sonra, Mümtaz’ın onunla dolaştığı günleri hatırlaya hatırlaya geçirdiği son yirmi dört saatinin anlatıldığı romanda Tanpınar, şehri saran seferberlik havasını, yaklaşan savaş tedirginliğini, yoksul halkı, aşk acısını, ülkenin geleceğine duyulan endişeleri, huzursuzlukları, Mümtaz’ın, ağabeyim dediği İhsan’ın hastalığı için yaşadığı üzüntüyü iç içe geçirdiği bir zaman sarmalında ilerleyerek nefis bir dille işler.

Şehzadebaşı’ndaki evden sabah çıkışıyla başlayan ve geri dönüşleriyle ertesi sabaha kadar süren bu yürüyüşlerinde Mümtaz, şehrin zengin kültürel katmanları kadar, yıpranmış, yorulmuş ve eskimiş yüzünü de “ne yapmalı?” sorusunu zihninden hiç çıkaramayan bir aydının sorumluluğuyla görmekte, üzerinde düşünmektedir. Huzur sadece bir aşk romanı değildir. Daha doğru ifadeyle Huzur romanında aşk, İstanbul’u gezmek, üzerine konuşmak, meselelerini işlemek, şehri görmek ve göstermek için kurgulanmışa benzer. Mümtaz’ın dikkatlerinden okur, geleneksel mahalle hayatının nasıl çözülüp dağıldığını, Elagöz Mehmetefendi Camiinin kurşunları gibi, bazı değerlerimizin üzerimizden nasıl bir elbise gibi soyulup çıktığını, geride kalan dağınık ve bağlantısız unsurlar arasından nasıl bir “yeni hayat şekli” yeşertebileceğimizi düşünmeye yönlendirilir. İster Nuran’la ister yalnız, İstanbul’u adım adım dolaşırken Mümtaz’ın bakışları, yürüdüğü sokaklarda kültürün mutlaka devam etmesi gerekeni unsurlarını kavramaya çalışır.

Tanpınar doğduğu, büyüdüğü, hatıralarının biriktiği Şehzadebaşı’nı Sahnenin Dışındakiler ve Huzur romanlarının mekânı yaparak yazı yoluyla bile olsa burada yaşamayı sürdürmek istemiştir. Tıpkı Cemal’in yerinde bulamamanın üzüntüsüyle hatırlaya hatırlaya anlattığı semtini yaşaması gibi: “Bizim semt…” diye düşündü. Bütün çocukluğu bu cadde ile etrafındaki sokaklardan ona doğru geliyordu. “Bir mahallesi, bir evi, itiyatları, dostları olmak, onlarla beraber yaşamak ve onların içinde ölmek…

Aradığını yerinde bulamayan Cemal’in üzüntüsünü bugün bizler de yaşıyoruz. Şehrin maruz kaldığı baş döndürücü değişime, yıkılan eserlere, mimari kayıplarımıza derin bir üzüntüyle işaret eden Tanpınar’ın 1950’lerin başına kadar ayakta duran evinin tam olarak nerede olduğunu haritalar üzerinden keşfetme çabamız ne kadar da acıklıdır. Toplumsal hafıza mekânımız İstanbul’un hatırlatıcı gücü üzerine bu kadar etkileyici romanlar ve metinler kaleme alan Tanpınar’ın, yerini aşağı yukarı tahmin ettiğimiz Şehzadebaşı’ndaki evinin bulunduğu noktaya en azından bir işaret olsun koymanın vakti gelmemiş midir?

Galeri

Start typing and press Enter to search