Topkapıdan Topkapıya
Mustafa Kutlu İstanbul’un İkonolojisini Anlatıyor
- Yunus Emre Tozal
İstanbul: Sanatın, Mimarinin ve Medeniyetin Raksı
İlk hikâyesi 1968 yılında ”Fikir ve Sanatta Hareket” dergisinde yayımlanan ve günümüz Türk edebiyatının hikâye alanında en verimli yazarların başında gelen Mustafa Kutlu, yaklaşık 50 yıl devam eden hikâye yazımına ara vermiş ve bundan sonra hikâye yazmayacağını belirtmişti. Ardından iki önemli fikir eseriyle karşımıza çıkan yazarın önce “Kalbin Sesi ile Toprağa Dönüş, (2020)”, hemen akabinde “Akıntıya Karşı, (2021)” isimli kitabı Dergâh Yayınları’ndan çıktı. Kutlu, edebiyatın farklı alanlarında eserler vermeye devam ediyor; hikâye ve düşünce alanından sonra gezi yazılarını bir araya toplamaya başlayan yazarın ilk eseri “Topkapı’dan Topkapı’ya & İstanbul Gezi Yazıları 1 (1986)” geçtiğimiz aylarda yayımlandı.
Kitabın hemen başında İstanbul’a ailecek 1972 yılında geldiğini belirten Mustafa Kutlu, önce Sultanahmet-Akbıyık bölgesinde, sonra da Erenköy’de ikamet etmekte, aynı zamanda Cağaloğlu’nda Dergâh Yayınları’nda editör olarak çalışmaktadır. Elbette bu sırada Nurettin Topçu ile tanışır ve onun eserlerinden, fikirlerinden, felsefesinden çok beslenir. Topçu, Mustafa Kutlu’ya göre Anadolu ve İslam medeniyetini sentezleyen, Anadolu coğrafyasında yaşayan her milleti tek bir merkeze koyarak “Anadoluculuk” düşünce hareketini geliştiren bir filozoftur. Mustafa Kutlu’nun kitaplarında, gerek kurgu düzeyinde gerekse alt metinde şehirle mekân arasındaki ilişkiyi anlamlandırmamıza yardımcı olan gerçeklik, gücünü büyük oranda Nurettin Topçu’nun Anadolu toprağına, İslam dinine ve Türk tarihine sıkı sıkıya bağlı düşünce evreninden alır.
İstanbul Daha Ne Kadar Büyüyecek?
Yürümeyi ve yürürken düşünmeyi çok seven Kutlu, o tarihten itibaren hem İstanbul’u hem de özellikle tarihî yarımada bölgesini gözlemler, çeşitli notlar biriktirir. Aksaray’ın daha köprü yapılmamış hâlinden Tahtakale’ye, Unkapanı’ndan Beyazıt’a, Topkapı’da açılan bitpazarından Çemberlitaş’taki Türk Ocağı’na, Marmara Kıraathanesi’nden Sultanahmet’te, burada yapılan Ramazan şenliklerine, kitap fuarlarına kadar sur içiyle bütünleşmiş pek çok mekân ve hadiseyi anlatır. Bunu yaparken de İstanbul’un zaman içindeki kentsel değişimini, kültürel farklılaşmasını ortaya koyar. Şehrin bugünkü hâli ile kıyas yapılabilecek seviyede bize şehrin bir retroperspektifini; yakın geçmişinin bütünsel bir fotoğrafını sunar.
İstanbul’un boğazına, denizle olan ilişkisine hususiyetle değinen Kutlu, İstanbullular için “deniz geçmek” tabirinin önemli olduğuna değinerek sadece bu şehre ait renk ve kokulara, kubbe ve minarelerin denizle ve o muhteşem gün batımıyla ahengine, lodoslu ve poyrazlı yolculuklara, vapurda çay içip simit yemenin keyfine dikkat çeker. Martı çığlıklarının olta balıkçılarıyla olan mücadelesi, elinde bavullarla İstanbul’a göç eden Haydarpaşa tren istasyonundan inen şaşkın Anadolu insanının hâl-i pürmelâli Kutlu’nun ortaya koyduğu o eski İstanbul fotoğrafının neşelendirici detaylarındandır. İstanbul’un plansızca, özensizce büyüdüğü ve bir obez şehre dönüşmeye başladığı o yıllarda, medeniyetimize özgü mimari ve sanatın şehrin topografyasıyla nasıl bütünleştiğini, bu uyumu derin bir duyumsamayla anlayabilmek için sık sık Süleymaniye’ye çıkar.
İstanbul’da o zamanlarda hâlâ geniş bahçeler içinde ahşap konaklar vardır. Şehrin henüz metropole dönüşmeden önceki o son günlerine yetişmiştir Kutlu. Peki, bugün bu ahenkten ne kalmıştır? Bu sorunun peşinde, Topkapı surlarından başlayarak sur içini baştan sona kat eden yürüyüşlerinde notlar tutar. Onun bu çabası yalnızca görsel tarih aktarımı yahut gözlemlerinden ibaret değildir, aynı zamanda elindeki materyalle eski İstanbul’un ikonolojisini ortaya koymaya çalışır. Kutlu, İstanbul’u İstanbul kılan cami ve medreselerin, kubbe ve köprülerin biçimsel özellikleriyle şehrin o tarihten itibaren hafızasında kendiliğinden oluşan silüet üzerinden İstanbul’u yorumlar. Bunu yaparken Erwin Panofsky’nin sanat eserlerini incelediği gibi, hem İstanbul’un kültürel simgelerinin şehre kattığı biçimsel farklılıkları hem de şehrin dinî ve ideolojik yapılaşmasını göz önünde bulundurur.
DERSAÂDET KURTARILABİLİR Mİ?
İstanbulluların şehirlerine, bir “mutluluk kapısı” olan Dersaâdet’e sahip çıkması gerektiğini savunur Kutlu. Şehrin merhale merhale değişimini ve dönüşümünü anlatırken diğer yandan onun makûs talihine de değinmeden geçemez. Dersaâdet, Cumhuriyet ile beraber artık farklı bir bağlama konumlanmıştır, bunun bir sonucu olarak konaklar bir bir yıkılarak yerlerine plansız ve düzensiz Fransız modeli apartmanlar yapılmıştır. Şehrin özünden, ruhundan koparılarak özellikle sur içinin turizme indirgenmesini, bir zihniyet yapısını sorgular Kutlu.
O eski İstanbul’un simgelerinin bir bir yıkılışına şahitlik eden Tanpınar gibi, Cumhuriyet’ten itibaren sürekli değişerek gelen ve bugün neredeyse yüzünü artık tamamıyla turizme çeviren şehrin dinamiklerini anlamaya yönelir. Kutlu’nun çabası bu kitapla sınırlı kalmayacak görünüyor. Devam mahiyetinde gelecek olan gezi serisinin de mezkûr meseleleri irdeleyeceği muhakkak. Aynen Kutlu’nun dediği gibi, İstanbul’u tanımadan kendimizi tanımak muhaldir; yani imkânsızdır. Ecdadımızdan bize intikal eden bu büyük mirası tam anlamıyla ve muhteviyatıyla kavrayabilmek önce İstanbul’u okumakla, onu tanımak ve öğrenmekle mümkün.
Topkapı’dan Topkapı’ya
Mustafa Kutlu
Dergâh Yayınları