ESKİ TÜRK MAHALLELERİ
ESKİ TÜRK MAHALLELERİ
- Sinan Genim
Mahalle sözcüğü “İnilip konulacak yer” anlamına gelen “Mahal” sözcüğünden türetilmiş bir Türkçe kelimedir. Şehir, kasaba, büyük köyleri, çeşitli isimlerle birbirinden ayıran ve idari yönden muhtarlığa bağlı bölümlerin her biri için kullanılan sözcüktür. Günümüzde bu şekilde uygulanan idari teşkilatlanmanın geçmişi 1829 yılına kadar geriye gider. 18 Haziran 1826 günü Yeniçeriliğin kaldırılmasını takiben, yerleşim birimlerindeki güvenliği sağlamak, devletin uygulamaya koyduğu kararları yaşayanlara iletmek için muhtarlık teşkilatı kurulur. Bu tarihten önce mahallenin ihtiyaçları büyük ölçüde “Mahalle imamları” tarafından yerine getirilmekteydi.
Osmanlı şehir örgütlenmesi içinde mahallenin özel konumu, mahalle imamlığını önemli bir vazife olarak öne çıkartır.[1] Mahalle merkezde yer alan ve camiden daha çok bir mescit etrafında gelişir, mescide minber ilavesiyle oluşan camiler zamanla yeni mahallelerin ortaya çıkmasına yol açar. Eski İstanbul’da her mahalle bir mescit veya camii çevresinde oluşmuştur. Bir mahallede birden fazla mescit veya cami olması söz konusu olabildiğinden imamların sayısı mahalle sayısını aşabilirdi. Bu tür fazla mescit ve camiler “Mahallesiz” [2] kaydıyla belirtilmektedir. Örneğin XVI. yüzyılda Edirne’de 134 adet mahalle olmasına karşın 168 adet mescit ve cami bulunmaktadır. Mahalle imamlarının vazifeleri çeşitlilik arz etmektedir; tanzimat dönemine kadar mahalle imamı devleti temsil etmekte olup mahallenin önde gelen sorumlusudur. Vazifelerinin ifası sırasında kadılar tarafından teftiş edilir, mahalle sakinlerinin hakkındaki şikâyetleri görevden alınmalarına sebep olabilir, hatta cezalandırılabilirlerdi. Mahallenin düzeni, güvenliğinin sağlanması, içki içilen yerlerin tespiti, ahlaki açıdan sakıncalı görülen bazı kadınların belirlenerek mahalleden sürülmeleri, mahallenin gerekli İslami âdâb içinde yaşamaları ve dini vecibelerini yerine getirmeleri imamlar tarafından denetlenirdi. Bunun yanı sıra her imam mahallesinde kaç hane, bu hanelerde kimlerin oturduğu, mahalleye gelen yabancıların ve yeni taşınanların tespiti ve kaydedilmesi ile görevliydi. Ölüm ve defin, doğum kayıtları, nikah akdi gibi işlemlerde imamlar tarafından yürütülürdü ve belediye hizmetleri; mahallenin temizliği, yangına karşı evlerdeki ocakların iyice söndürülmesi, bacaların bakımı gibi işler de imamın görevleri arasındaydı. Mahalle imamları resmî soruşturmaların ve hazırlanan resmî belgelerin imza ve mühür sahipleri arasındadır. Tanzimat öncesi imamların vazifelerinin yalnızca din işleri ile kısıtlı olmadığı ve genelde mahallenin yönetimiyle ilgili görevlerinin daha ağırlıklı olduğu anlaşılmaktadır.[3]
3 Kasım 1839 günü Reşid Paşa tarafından ilan edilen “Gülhane Hattı Hümâyunu” sonrası devlet daha önce mahalle ölçeğinde imamlar tarafından ifa edilen bu görevleri merkezi idarenin bir uzantısı haline getirmek için hukuki, kültürel, siyasal ve sosyal değişimlere cevap verecek şekilde yeniden düzenleme çabasına girer.[4] Gerek hukuki ve siyasal düzende gerekse özellikle yangın bölgelerinin birbirini dik kesen sokaklar halinde yenilenmesi düşüncesi mahallelerin bölünmesine ve birbirine karışmasına yol açar. 18 Haziran 1826 gününden itibaren ortaya çıkan belirsizlik yasal olarak ilk kez 1864 senesinde yürürlüğe giren bir düzenleme ile netleştirilmeye çalışır. 1876 yılında yapılan “İdare-i Umumiye-i Vilayet Nizamnamesi” ile muhtarın görevleri daha ayrıntılı ve net bir şekilde ortaya konmaya çalışılır. 1913 tarihli “İdare-i Umumiye-i Vilayet Kanunu” ile mahalle muhtar ve idare heyetleri kaldırılır ancak varlıklarını 1933 yılına kadar fiilen sürdürürler. Bu aradaki boşluk mahalle anlayışını büyük oranda yıpratır. Diğer taraftan yerleşim alanlarının yenilenmesi ve büyümesi hızla devam etmektedir. Bundan böyle yeni yapı yapmak belediyelerin müsaadesine tâbidir. Eskiden var olan komşuluk münasebetleri yerine giderek merkezi idare tarafından yapılan imar planları hâkim olmaktadır. Komşuluk münasebetleri içinde yapılamayacak yapılar kanunen yapılabilir hâle gelir ve mahalle anlayışı büyük oranda yok olur.[5]
İstanbul örnek alındığında Helmuth von Moltke’nin yaptığı bir öneri dikkat çekicidir. (Resim: 1) 1839 yılında İstanbul’un ulaşım problemini halletmek için önerdiği çözüm ilgi çekicidir. Ayasofya Camii önünden başlayan geniş bir yol, Beyazıt Meydanı’nda ikiye ayrılır. Bir yol Topkapı’ya doğru düz devam ederken, diğer yol Fatih’e doğru uzanır. Bu kez Fatih’te ikiye ayrılan yolun bir bölümü Edirnekapı’ya, diğer bölümü ise Eğrikapı’ya doğru devam eder. Suriçi’nin Haliç kıyısında Eminönü’nden başlayıp Eyüp’e kadar uzanan, Marmara sahilinde ise Kadırga’dan başlayıp Yedikule’ye doğru uzanan bir başka yol daha önerilir. Uzun yıllar boyunca unutulan bu öneri ne yazık ki 1950’li yılların sonuna doğru uygulanır ve Suriçi yerleşmesi büyük oranda tahrip olur.
XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Suriçi bölgesinde büyük yangınlar sonrası ortaya çıkan boşluklar yeni bir anlayış ile iskâna açılır. Bundan böyle mümkün olduğu kadar çıkmaz sokak oluşumuna izin verilmez. Cadde ve sokakların birbirini dik kestiği genelde Hippodamus planı denilen ızgara benzeri bir yerleşim düzeni tercih edilir. Radikal bir karar olan bu anlayış, şehrin yerleşim düzeninin ve mahalle anlayışının büyük oranda değişimine yol açar.
Örneğin; Atikali ve Altımermer mahallelerinin 1880 ile 1960 yıllarındaki yerleşim düzenleri arasında büyük bir anlayış farkının ortaya çıktığını görürüz. (Resim: 2-3) Yerleşim düzenindeki bu radikal değişiklik elbette ki mahalle anlayışını yok eden en önemli faktördür. Tek ve en fazla üç kattan oluşan geleneksel yapı anlayışı yerini çok katlı apartmanlara bırakmaya başlar. Diğer yandan Moltke’nin önerisi dahil, hemen hemen tüm imar planları çok sayıda tepe ve vadiden oluşan Suriçi’nin topoğrafik yapısını görmezden gelen düzenlemelerdir. Batı şehirlerinin büyük bir bölümü düz arazilerde kuruludur. Bu nedenle çizgi halinde yollar yapmak mümkündür. Hâlbuki bizim geleneksel yerleşim alanlarımız, yamaçlarda, tepe ve vadiler arasındaki bölgelerde oluşmuş olup, tabiata uyumlu olarak gerçekleşmiştir. Düz bir alanda uygulanabilen plan anlayışının önerilmesi pek çok sakıncayı gündeme getirmiş olup, bu plan anlayışı gelişen ve iskân alanlarına ihtiyaç duyan şehirlerimizin ovalarda, tarım alanlarında büyümelerine yol açmıştır. Şehir yerleşimlerinde meydana gelen bu radikal değişiklik, önce komşuluk ilişkilerini zedelemiş, daha sonra ise mahalle anlayışının yok olmasına neden olmuştur.
Geleneksel mahalle anlayışı tekrar sağlanabilir mi? Bu soruya kesin olarak irdelemek gerekir. Gerek okullarımız da uygulanan öğretim gerekse aile içi eğitim böylesi bir yaşantının tekrar hayata geçmesi için mümkün değildir. Bundan böyle ancak benzer bir anlayışın gelişmesi için çaba gösterebiliriz. Günümüzde bunun karşılığı “site” dir. Her ne kadar çoğu kişi bu anlayışa karşı çıksa da siteler mahalle benzeri bir anlayışın günümüze adapte edilmiş bir varyasyonudur.
Eski mahalle anlayışı içinde her önüne gelenin istediği mahalleye yerleşmesi söz konusu değildir. Mahalleye ev sahibi veya kiracı olarak taşınmak isteyenler ancak mahalle imamının kefalet zaptı ile taşınabilirler. Eğer bir kişi veya aile kefilsiz olarak mahalleye taşınmak isterse, mahallede barınma sorumlulukları imamın üzerindedir. Böylesi denetim mekanizmasının günümüz anlayışı ve hukuki düzeni içinde gerçekleştirmek mümkün değildir. Bu durumda, hukuksal alt yapısı olmayan bir yerleşim düzeninin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı açıktır. Çoğu kişinin geçmişe dair nostaljik beklentilerinin sonuçsuz kaldığını görmekteyiz. O zaman yapılacak iş geçmişin olumlu yanlarını etüt edip, gelecek için benzer yerleşim düzenlerini gerçekleştirmek için uygulanabilir hukuki alt yapıyı oluşturmaktır.
Bir dönem kendi yerleşim düzenini, yapı anlayışını komşuluk münasebetleri içinde gerçekleştiren mahalle sakinleri, aynı zamanda belirli oranda kendi güvenliklerini sağlamakta, ortak olarak kullandıkları yapı ve su yollarının bakımını kendileri yapmakta gerek hane gerekse çevre temizliğini kendileri üstlenmekteydiler. Bugün aynı anlayışın ve hukuki alt yapının sitelerde oluştuğunu görmekteyiz. Müşterek alanların bakım ve onarımı, çöp toplanması, çevre temizliği, bahçe bakımı, güvenliği site malikleri tarafından karşılanmaktadır. Bu durum aynı zamanda belediye hizmetlerinin daha az maliyetli olmasına da imkân vermektedir.
Toplumumuzda giderek yaygınlaşan ahlaki çöküntünün, mahalle anlayışını geri getirmekle çözümleneceği düşünülebilir, ancak ahlaki erozyon birlikte yaşam anlayışının değişmesi ile önlenemez. Önemli olan küçük yaşlarda verilen eğitimdir. Eğer bir insan küçük yaşta ahlaki gelişimi konusunda önce aile daha sonra okul eğitimi sırasında gerekli yönlendirmeleri alırsa mesele hallolacaktır. Yaşam alanımızın değişmesi ahlaki alanda gelişmemize yardımcı olamayacak, aksine geleneksel bir anlayışında yanlış kullanımına yol açıp, beklentilerimizin sukutuhayale uğramasına yol açacaktır.
KAYNAKÇA
Ayvansarâyî 2001 Ayvansarâyî Hüseyin Efendi, (Haz. Ahmed Nezih Galitekin), Ali Sâtı’ Efendi, Süleyman Besim Efendi, Hadîkatü’l-cevâmi, İstanbul Câmileri ve Diğer Dînî-Sivil Mi’mâri Yapılar, İstanbul, 2001.
Beydilli 2001 Kemal Beydilli, Osmanlı Döneminde İmamlar ve Bir İmamın Günlüğü, İstanbul, 2001.
Genim 2014 M. Sinan Genim, “Şehir ve Şehir Yaşantısı Üzerine”, Doğu Batı, S. 68, Ankara, 2014, s. 55-77.
Ortaylı 2000 İlber Ortaylı, Tanzimat Devrinde Osmanlı Mahallî İdareleri, Ankara, 2000.
[1] Beydilli 2001, 5.
[2] Ayvansarâyî 2001.
[3] Beydilli 2001, 5-11.
[4] Ortaylı 2000, 15-20.
[5] Genim 2014, 55-77.