FARKLI FORMLARDA, YAŞAYAN KAPILAR
FARKLI FORMLARDA, YAŞAYAN KAPILAR
FATMA KARACA MEŞE
Bir kapı kaç farklı şekle bürünebilir dersiniz? Eğer o kapı, Mehmet Sönmez’in elindeyse pek çok sıra dışı şekilde karşınıza çıkabilir. Üstelik her bir ürün dönemine ait izleri ve hikâyesiyle de yaşamaya devam ediyor. Bu sayımız için Balat’ta yaşayan sanatçı/tasarımcı Mehmet Sönmez’in atölyesine yakından baktık, ileri dönüşümle yeniden hayat verdiği kapılar üzerine konuştuk.
Sizi biraz tanıyabilir miyiz, kimdir Mehmet Sönmez?
1958 Malatya doğumluyum. Çocukluğumdan beri İstanbul’dayım. Son 25 senedir de Balat’ta yaşıyorum. Buraya bir kez geldim, bir daha geri dönemedim çünkü Balat’ı çok sevdim. Buranın sosyal, kültürel ve mimari yapısı benim sanat anlayışımla çok örtüştü. Balat’ın eski binaları, cumbalı evler içerisindeki yaşanmışlıklar, o eşyalar… Zaten o eşyalarla birlikte yaşıyorum ben burada.
Sanat alanında mı eğitim gördünüz?
Alayım ben, öyle derler halk dilinde. Hikâyem çocukluk yıllarımda kendi oyuncağımı yapmakla başladı. Sonra arkadaşlarımın oyuncaklarını yaptım. Bugünkü scooter’ların atası olan iki tekerlekli bilyeli arabalar yaptım. Daha sonra ahşap ve geri dönüşümle bütünleştirdim bunları. Bir ürünü tasarlar, kalas veya ahşap alıp bunu üretebilirsiniz. Ancak miadını doldurmuş olan herhangi bir ürünle bunu yaptığınızda onu geri dönüştürmüş oluyorsunuz. Bu çok daha kıymetli. Benim eserlerimi üretirken önemsediğim üç şey var. Birincisi mutlak surette atık malzemeden üretilmiş olması, ikincisi işlevsel olması yani insanlara hizmet etmesi, üçüncüsü de bu da olmazsa olmaz estetik değer taşıması. Yani göze de hitap etmesi gerekiyor ki o ürün bizim ofisimizde veya evimizde durduğu zaman hem baktığımız zaman mutlu etsin hem işimize yarasın hem atık malzemeler toplanmış yıkılmak üzereyken hayatımıza yeniden girsin.
İNSAN RUHUNU TAMİR EDİYOR
Peki bu işi bir meslek olarak ne zaman düşündünüz?
Genelde bir hobi gibi çıkar böyle işler. Benim hobim işim, işim de hobim. Bu çok mutluluk verici bir şey, insanın ruhunu tamir ediyor. Eğer sevdiğiniz işle para kazanabiliyorsanız, tabiri caizse çorbayı kaynatabiliyorsanız çok mutlu olursunuz. Yani başka bir şey istemeniz gerekmiyor. İnsanlar mutluluk peşinde koşuyorlar yüzyıllardır. Oysa çok basit şeylerle de mutlu olunabilir. Yaptığınız işler sizin dışınızda, insanların da hoşuna gitmeye başladığı an bir şeyler gün ışığına çıkmış oluyor. O an profesyonelliğe adım atıyorsunuz. Ben hiçbir zaman profesyonel olmayı düşünmedim. Bu işten para kazanayım, oradan ev alayım, araba alayım gibi düşüncelerim olmadı. Ne kadar atık malzemeyi toplar ve insanlığa sunarsam o kadar iyi benim için. Bunu yaparken aynı zamanda insanlar da yaptıklarımı beğenip bana para veriyorlarsa, yani emeğimin hakkını veriyorlarsa gerçekten çok güzel bir şey.
Kaç yıldır yapıyorsunuz bu mesleği?
Kendimi bildim bileli, 45- 50 yıldır yapıyorum.
Peki nasıl malzemeler kullanıyorsunuz?
Ben çoğunlukla ahşap bazen de metal karıştırıyorum malzeme olarak. Metali de genellikle yine hurda demirlerden, ahşaba yakıştığı ölçüde yapıyorum. Mesela bu ürünler bir kapı göbeğiydi ve bir aile tablosuna dönüştü. Şuradaki merdiven basamakları aslında cumbalı bir eve ait olan kerevet tahtası. Ben onlardan raf yaptım. Kerevet tahtası nedir bilir misiniz? Eski cumbalı evlerin cumba kısmında sedir gibi bir şeydir, üstünde oturularak sokağın her tarafına bakılabilir. Üzerinde kahveler içilir, sohbet edilir. Ben yaptığım ürünlerde hep hikâyeye odaklanıyorum.
HİKÂYELERİN PEŞİNDEN GİDİYORUM
Atık bir ürünü yeni bir şeye dönüştürürken hikâyesini mi ön planda tutuyorsunuz?
Evet, mesela bir dolap yapmıştım. Dolabın malzemesi çok güzel bir hikâye yarattı kafamda. Yaklaşık 70-80 yıl önce cumbalı bir ev yapılıyor Balat’ta evin içi mutlulukla dolduruluyor. Rum ev sahibi Müslüman komşusunu çaya çağırıyor, Yahudi olan diğer komşusu da kurabiye ile geliyor. Oturup kahve içiyorlar, çay içiyorlar. O zaman Haliç gök mavisi yani pırıl pırıl. Hamiyet Yüceses ses çıplak ağızda şarkı söylüyor, direklerarası tiyatro var, tiyatro kulislerinde Kuru Kahveci Mehmet Efendi’nin kahve kokusunu duyuyoruz. Hep böyle nostaljik şeyler bana o yaptığım dolabın ve daha pek çok ürünün hikâyesini kafamda resmetmemi sağlıyor. O eski ürünü kullanmış olan İnsanları düşünüyorum, kadınların konuşmaları geliyor aklıma o kapılara yansıyan yaşanmışlıklar geliyor gözümün önüne. Bilirsiniz, bir şey satın aldığınızda onun üzerine bir yıkama talimatı, kullanım şekli vesaire yazar. Ben de eğer yaparken çok etkilendiysem o ürünün hikâyesini yazıyorum. Örneğin; bir çeyiz sandığı çok anlamlı bir malzemedir benim için. Genellikle çeyiz sandıklarında çok hikâyeler vardır, umutlar, kaneviçe işli yastık kılıfları, naftalin kokuları, umutla yola çıkmak isteyen gelinler… Bir beşikten bir şey yaptığım zaman biri o kızın geçmişi oluyor, çeyiz sandığı ise geleceği oluyor. Ben işte bu hikâyeleri birleştiriyorum. Çeyiz sandığından bir müşterime çalışma masası yaptım. Çünkü iş hayatı da bir nevi geleceği simgeliyor.
Kimler sizden ürün alıyor, müşterileriniz sizi nasıl buluyor? Yurtdışına da gönderim yapıyor musunuz?
Ruhu olan, vintage ürünler sevenler benim müşterilerim. Yurtdışına da gönderiyoruz. Bir çay sandığından ofis mobilyası yaptım ve İsviçre’ye göndereceğim. El yapımı ürünlerin bir benzeri yoktu. Her tarafı farklıdır. Jilet gibi her tarafı muazzam simetrik ölçülerde olan mobilyalar sevenleri ben farklı bir yere gönderiyorum. Burada aynı üründen bir tane daha yoktur.
Peki siz mesleğinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Görsel sanat tasarımcısı olarak tanımlıyorum ben. Aslında sanat yönetmenliği de yapıyorum. Yakın geçmişte yönetmen Ezel Akay’ın teklifiyle Almanya’da vizyona giren Osmanlı 8 filminin sanat yönetmenliğini yaptım. Ezel Hoca dedi ki, “Bu duvarlar, bu ev 80-90 yıllık gibi görünecek, o dönemlerin izlerini taşıyacak.” Örneğin soba kurum izleri, küfler, sıyrılmış duvar kağıtlarının olduğu bir dekor yaptık ekibimle.
Malzemeleri nereden topluyorsunuz ve nasıl bir işlem uyguluyorsunuz?
Çöpten… Bazen hurdacılar getiriyor, bazen de ben tesadüfen birinin çöpe atmaya veya yakmaya götürdüğü malzemeleri alıyorum. Örneğin tarihi bir bina yıkılacağı zaman bana haber veriyorlar. Oraya gidip, işime yarayacak olan tahtaları, parçaları seçiyorum. Bazen çok eski, tarihi konakların iç oda kapıları geliyor. Kimi zaman satın da aldığımız oluyor. Bazen de bir binanın çift kanat dış kapısı geliyor. Onlar bizim için çok kıymetli. Onlarla masa yapabiliriz veya farklı şekilde tasarlayabiliriz Genellikle bu kapı göbeklerinden resimli tablolar yapıyorum. Bazen de yakmak için alanlara odun almayı teklif ediyorum. Böyle böyle kurtarmaya çalışıyorum. Benim temel ilkem malzememin atık malzeme olması. Yani bir eski malzeme ne kadar baltanın veya kibritin ucunundaysa ve ben bunu ne kadar değerlendirebiliyorsam o kadar önemli. Aslında bir geri dönüşüm hikâyesi yaratıyoruz.
Bu üretimlerinizi ileri dönüşüm olarak tanımlayabiliriz, değil mi?
Evet, bu bir ileri dönüşüm. Çünkü bir kapıyı kapı olarak alıp elden geçirerek hizmete sunduğunuz zaman geri dönüştürmüş oluyorsunuz. Fakat kapı geri dönüştüremeyeceğiniz kadar kötüyse onu talaş haline getirip suntaya çeviriyorsunuz bu da aşağı dönüşüm oluyor. Farklı bir forma sokarak dönüştürüyorsanız bu da ileri dönüşüm oluyor.
AHŞAP SEVDALISIYIM
Elinizdeki malzemenin neye dönüşeceğine nasıl karar veriyorsunuz?
Bir kapıya veya ahşaba baktığım zaman ben farklı bir şey görüyorum. O benim gözümde çürümüş, yılların yorgunluğu üzerinde taşıyan, “artık bundan mangal yapılır, yakılır” pozisyonda olmuyor. Ben o malzemeye “bununla çok güzel bir kütüphane yapabilir” diye bakıyorum. Malzemeye bakarken kafamda bir fikir oluşuyor. Çok sıradan bir günde konteynırın içinde bir kapı bulup, hazine bulmuş gibi sevinebiliyorum. Kimisi çöpteki kağıdı değerli bulur, kimisi plastiği. Ben de ahşap sevdalısıyım. Algıda seçicilik oluyor ve karşıma çıkıyor.
Sürdürülebilirliği önemsediğinizi söylemiştiniz. Ben de biraz işinizin sürdürülebilirliğini sormak istiyorum. Sizden sonra kim veya kimler devam ettirecek bu işi?
Ben çok çırak yetiştirdim ve onlar da harikulade işler yapıyorlar. Kendi atölyelerini açanlar da oldu. Kimi Beylikdüzü’nde, kimi Eskişehir’de, kimi Datça’da, kimi de Balat’ta. İnsanların göstereceği ilgi, bizim en büyük gıdamız oluyor. Hele ki böyle şeyleri çok az insan yapıyorsa. Çünkü para var mı? Yok! “Ne uğraşıyorsun bu işlerle” falan diyorlar, burun kıvırıyorlar. Ama biri keşfedip küçük bir şeyi satın aldığı zaman, mutlu oluyoruz. Paradan daha çok, insanların fark etmesini istiyoruz.