Fatihli Bestekârlar: Safer Dal

Fatihli Bestekârlar: Safer Dal

Ali Ömer Yurddaş

Yolları ve kurumları yaşatanlar, devam ettirenler, esasında insanlar gibi gözükse de insanların icra ettikleri usuller ve adetlerdir. Bizi biz yapan da kültürümüz yani göreneklerimizdir. Bir nesil öncesinden öğrendiğimiz hoş ve güzel davranışlardır. Bu davranışlar cemiyet hayatının devam etmesine, güzelliklerin paylaşılmasına vesile olurlar. Bize bu hususiyetlerin önemini gösteren en büyük musibet de yakın tarihte pandemi olmuştur. Herkes evlerine kapanmış, kendileriyle baş başa kalmıştı. Bu dönemde neyi, nasıl yaptığımızın bir önemi yoktu. Özellikle dini ritüellerden cuma namazının, kandillerin, oruç tutmanın hele de bayramların hiçbir keyfi yoktu değil mi? Eğer böyle devam etseydi kim bilir, hangi adetlerimiz unutulacak hayatımıza nasıl devam edecektik.

Bir kahve tiryakisi için asıl önemli olan nedir? Kahve içmek mi, hiç zannetmiyorum. Mesele sadece kahve tüketmekse kahve çiğneyerek de bu ihtiyaç giderilebilirdi. Ancak Türkler hiçbir zaman keyiflerinden ve de zevklerinden ödün vermeyerek kahve içmenin adabını yazmışlardır. O kahve ağır ateşte pişecek, taze çekilecek, en güzel porselen fincanlara dökülecek, tepsisi seçilecek yanına su koyulacak, mevsimine göre şerbet hazırlanacak, birkaç gün evvel Hacı Bekir’den alnımmış taze lokumlar yanına koyulacak… Teferruatı bol bir iştir kahve ikram etmek, zira bir insanla kırk yıl hatırınızın olması bu kadar kolay olmamalıydı, değil mi? Bu teferruatlara ilaveten bir de güzel sohbet edilecek tabii. Peki şimdi dönelim asıl mevzumuza bizleri sade çekirdek yemekten kurtaran, Süleymaniye Camii’ne baktığımızda taş yığını görmekten alıkoyan, Yunus Emre’nin ilahisini dinlerken tüylerimizi diken diken edecek, bundan bilmem kaç yüz yıl evvel bir insanın söyleyip, bestelediğiyle gönlümüze köprü kuracak onlarca gönül ehli insanı geldi göçtü bu dünyadan. Onlardan bir tanesi de Safer Dal’dı. Her zaman güzel olup insanı güzele götüren, hayatı anlatarak değil, yaşayarak yaşatarak öğreten bir insandı. Onun sayesinden bugün İstanbul’un tekke ve tasavvuf kültürüne ait olan menkıbeler, türbeler, derviş kıyafetleri, müziği ve edebiyatı halen hayatta ve yaşamaya devam ediyor.

Safer Dal 20 Ağustos 1926’da Eğrikapı’da Hacı İlyas Yatağan Camii yakınında doğdu. Annesi Ülker Hanım Bulgaristan’ın Riştov şehrinde doğmuş, baba tarafından Emir Sultan’ın soyundan gelen muhacir bir ailenin kızıydı. Babası Sadık Ramazan Efendi ise Arnavutluk’un Strikçan köyünden Süleymanlar namıyla meşhur bir aileye mensuptu. Safer Efendi’nin çocukluk yıllarında oldukça heyecanlı, yerinde duramayan meraklı bir yapısı vardı. Babası helvacılık ve dondurmacılıkla geçiniyordu.  Çocukluğunda bir yandan babasına yardım ediyor bir yandan da yazları Heybeliada’da ip üstünde gezen cambazlara özenerek evin bahçesine tel gerip üstünde durmaya çalışıyordu. Ta ki büyükannesi bu duruma engel olana kadar. Aynı zamanda Karagümrüklü olması hasebiyle futbola da oldukça meraklıydı. Ayakkabısından kan taşana kadar top koşturuyordu.

Öğretim çağına geldiğinde ilk durağı semtin camisi olmuştu. Çocukluğunda en çok sıkıntı çektiği dönemlerden biri de Kur’an-ı Kerim öğrenmekti. Kendisi bu dönemi “Kuran-ı Kerim’in yasak olduğu devirler” diye anarak o günleri şöyle yâd ediyordu: “Çocukluk yıllarımızda namaz sûrelerini bu bitişik câmide -Canfedâ Hatun Câmii’nde-, Ramazan’da, İmam Efendi’den öğrendim. Bu câmiden kovarlardı Derviş Ali’ye; Derviş Ali’den kovarlar Atikali’ye… Çocuğuz, küçüğüz, kıkırdıyoruz ya!.. Cemaat kovuyor bizi. Böyle böyle imamların namazdaki okuyuşlarını takip ede ede, namaz sûrelerini ezberledik.” Safer Dal, II. Dünya Savaşı’nın getirdiği zorlu günlerde Derviş Ali Mahallesi’ndeki Taş Mektebe ardından da Karagümrük Ortaokulu’na devam etti. Hocalarının yoğun ısrarlarına rağmen ortaokulu bitiremedi. Zira şekerin kilosu beş lira olmuştu. Böylece babasına yardım ederek, çalışmak mecburiyetinde kaldı. Askere gidene kadar babasına yardım etmiş daha sonra Silifke ve Zonguldak’a vatani hizmete gitmişti. Askerden dönünce Haliç Camialtı Tersanesi’nde ambar memuru olarak vazife aldı, beş yıl çalıştıktan sonra baba mesleğine döndü. Sonrasında İstanbul Üniversitesi civarında meşhur Marmara Kıraathanesi’nde çalıştı, ömrünün son devirlerinde de pastane ve düğün salonu işletmeciliği yaptı.

Askerlikten sonra bir yandan maişetiyle ilgilenirken diğer taraftan da kendisini manevi ve ruhani olarak doyuracak bir mürşit arıyordu. Bu dönemde tekke ve tasavvuf kültürüne olan ilgisi artmış can dostu ve askerlik arkadaşı Kemal Evren ile İstanbul’un eski tekkelerini gezerek Osmanlı bakiyesi şeyhlerle ve dervişlerle tanışıyorlardı. Kültür araştırmacısı olan Cemaleddin Server Revnakoğlu’yla da tanışmaları bu günlere tesadüf ediyordu. Bu tanışıklık Safer Efendi’nin dervişliğe olan ilgisini daha da arttırdı. Revnakoğlu’nun tarikat eşyaları ve kitaplarla dolu olan evi; dergâhlar, camiler, mezarlıklar, şeyhler, tarikat âdâb ve erkânına dair belgeler, fütüvvetnâmeler, fermanlar, şairler, takvimler, edebî notlar, çeşitli fotoğraflar, şiirler ve şehir tarihiyle ilgili belgelerden meydana gelen arşivi Safer Efendi’nin ilgi odağı olmuştu. Safer Efendi bu arşivden büyük ölçüde istifade ederek İstanbul’un tarihi ve kültürü hakkında birçok kişinin ulaşamadığı bilgilere ulaşma imkânı bulmuş, Revnakoğlu’nun çalışmalarına bizzat yardım etmiş, kütüphanesini tasnifine yardımcı olmuştu. Böylelikle Safer Efendi’nin beslenme dönemi başladı. Meraklı ve titiz bir insan olarak bal arısı misali her çiçekten polen topluyordu.

O günlerde ortalık karışıktı. Tıpkı cumhuriyetlerin devirdiği monarşiler, hanedanlar gibi meşayih de kimsesiz kalmış, yurtlarından ihvanından ayrı kalmıştı. Kudema kendi köşesine çekilmiş yaşlı adamlardı. Bu yeni döneme alışmaya çalışıyorlardı. Safer Efendi de can dostu Kemal Evren ile birlikte kudemanın peşine düşmüş bu görgüyü ve adabı ehlinden öğrenmek istiyordu. Karagümrük Dörtyol ağzında bulunan Uşşaki dervişi Mehmed Efendi’nin kahvesi Osmanlı devrinden kalma şeyhlerin ve dervişlerin toplanma mekânıydı. Safer Efendi burada vakit geçirerek eskilerin sohbetinden istifade ediyor, bir yandan da kendine mürşit arıyordu. Bu ilgi ve alaka karşısında eskiler de ona rağbet gösteriyordu. Nihayet 1953 senesinde Fahreddin Erenden’in davetiyle, Kemal Evren ile beraber Fahreddin Efendi’nin hizmetine girdi. Yine bu yıl Bahriye Hanım’la evlendi. Bu evlilikten de üç çocuğu oldu. Artık hiçbir noksanı kalmayarak kendisini Fahreddin Efendi’nin yoluna ve hizmetine adadı.

Safer Efendi musikiye olan ilgisi Fahreddin Efendi’ye biatından sonra artmıştı. Bizzat bir hocanın önüne oturup musiki meşk etmemişti. Ancak bulunduğu ortamlar göz önüne alındığından buna gerek de yoktu. Dönemin en önemli ustaların meclisinde hazır bulunmuş merakı ve ilgilisi karşısında üstatlardan çoğu zaman teşvik görmüştü. İstifade ettiği kişiler arasında Camcı Hulûsi Efendi, Riyaset-i Cumhur Fasıl Heyeti Reisi Hâfız Yaşar Okur, Zâkirbaşı Albay Selahattin Gürer, Zâkirbaşı Hâfız Şakir Çetiner, Hâfız Hüseyin Tolan, Ali Haydar Efendi, Hüseyin Sebilci, Kıyam Reisi Selâhattin Demirtaş, Yarbay Zühtü Bey, Hâfız Asım Bey, Zâkirbaşı Necati Bey gibi dönemin önemli serzakirleri, kıyam reisleri ve musikişinaslar sayılabilir. Fahreddin Efendi ve Muzaffer Ozak’ın düzenlediği meclisler eski kudema için bir toplanma mekânı olarak onlara bir can suyu olmuştu. Böylelikle muayyen olarak düzenlenen toplantılar sayesinde eski kudema (hafızlar, şeyhler, zakirbaşları, kıyam reisleri ve mevlithanlar) hak ettikleri ilgi ve alakayı görerek hafızalarında kalan bilgi ve birikimleri yeni nesillere aktarıyordu.

Safer Efendi bu dönemde beslenmenin bir adım ötesine geçmiş derleme dönemine başlamıştı. Üstatları “hazine-i irfânını yokla” diyerek, tatlı dili ve ikna kabiliyetiyle harekete bavul büyüklüğündeki ses kayıt cihazıyla meclisleri makara bantlara kaydetmeye başladı. Tabii bu kolay bir iş değildi. Taşıması, kurması, kaydetme zorluğunu bir kenara bırakacak olursak dönemin zorlu psikolojik şartları içerisine ustalar seslerinin kaydedilmesine pek de hevesli değildi. Sonuçta tekkeler 1925’te kapatılmış tekkelere dair ne varsa kıymetli olanları müze depolarına kapatılmış, geriye kalanlar hurda niyetine satılmıştı. Safer Efendi’nin gayretini gören Hafız Yaşar Okur “Oğlum Safer, bu işler demode oldu, bunlarla ne uğraşıyorsun?” deyince Safer Efendi, “Belki bir gün moda olur.” cevabını vererek aynı şevkle çalışmalarına devam etti.

Safer Efendi’nin gayretleri doğrultusunda yüzlerce eser kaybolmaktan kurtarılmıştı. Bu kayıt işinin zorlukları arasında eskilerin hatalı okuma korkusu da vardır. Alanında en usta isimler olmasına rağmen hata ederiz, yanlışlık olur öylece kayda geçer diye kayıt işine hoş bakmıyorlardı. Çoğu zaman gizlice kayıt alıyordu. Eskiden bir eseri meşk etmek uzun zaman alıyordu, günlerce aylarca hocaya gidip gelmek, önünde diz çöküp meşk etmek gerekiyordu. Hal böyle olunca bedel ödeyerek öğrenilmiş eserlerin bir çırpıda notaya alınıp hemencecik okunması yahut kaydedilerek kolayca ulaşılması eskilerin pek de işine gelmiyordu. Zira “çantalık ilahiler” dediğimiz eserler belirli kişilerin bildiği günü zamanı geldiğinde okunarak kişinin maharetini gösterdiği ilahilerdi. Ayrıca bu kimseler çoktan haddi aşmış yaşta oldukları için seslerinin gençlikteki ihtişamı yoktu, bununla birlikte yetmiş seksen yıl evvel okuduğu eserleri, usulleri hatırlamak ve hatırlatmak da pek kolay sayılmazdı. Safer Efendi adeta bir arkeolog misali zihinlerdeki anıları, eserleri ve merasimleri arıyordu. Bunun içinde ser verip sır vermeyen eskilere doğru soruları sorarak zihinlerinin derinliğinden, ta tekkelerin açık olduğu zamanda okudukları ilahileri ortaya çıkartarak kaydediyordu. Bazen imdadına üstadın zevki tiryakisi olduğu neyse o yetişiyordu. Eserleri öğrenebilmek için meclisin ve kişilerin de keyfinin yerinde olması, baklavaların lokumların hazır olması zaruriydi. Bir seferinde Rumelili bir hanımdan “Acep Lütfun Seherinde” ilahisini alabilmek için gece yola çıkıp ve Karamürsel’e gitmiş, Bu hanım, sesinin kayda alınmasını istemediği için ilahiyi okumayı reddetmiş, ancak Safer Efendi dergâhın kıdemli hanım dervişelerinden olan Hüsniye Bacı’yı devreye sokar ve kadını ikna etmeyi başarmıştı.

Ömrünün son çeyreğinde Fahreddin Erenden ve Muzaffer Ozak’tan miras aldığı ilim irfan ve kültür hazinesini Türk Tasavvuf Musikisi ve Folklorunu Araştırma ve Yaşatma Vakfı çatısı altında çalışmalarına devam etti. Her hafta pazartesi gecesi uzun saatler boyunca talip olanlara, yurt içi ve yurt dışından gelen yüzlerce insana tekke müziği repertuarını, perşembe geceleri İstanbul’da icra edilen zikir usullerini meşk ettirdi. Kendi başkanlığı döneminde Vakıf, İstanbul’un önemli musiki ve irfan merkezlerinden biriydi. Dönemin usta sazendeleri, musikişinasları, hafızları, mevlithanları ve akademisyenleri burada buluşuyordu. Bu dönemde çalışmaları daha sistematik bir hüviyet kazanmıştı. Bantlara alınan kayıtlar Cüneyt Kosal, Metin Alkanlı, Arslan Hepgür ve Ahmet Özhan tarafından notaya aktarılıyordu. Böylelikle eserler kesin bir şekilde kaybolmaktan kurtarılmış ve tasnif edilmişti. Aynı zamanda tasavvuf müziğinde yeni bestekârlar ve icracılar da yetişiyordu. Safer Efendi’nin Ahmet Özhan ve Sami Savni Özer’in yetişmesinde albüm kayıtlarında da büyük emeği ve yardımı olmuştu. Ayrıca senarist Ayşe Saşa’nın hayatındaki değişime de ışık tutmuştu. Keza Türk pop ve rock müziğinin önemli gruplarından MFÖ’de Safer Efendi’den nasibini almıştı. Muzaffer Ozak’la birlikte tasavvufla tanışan grup Safer Efendi döneminde tasavvuftan beslenerek yeni eserler meydana getirmişti. Bunlardan en meşhuru bestesi Cüneyt Kosal’a, sözleri Silivrikapı’da metfun Seyyid Nizam’a ait olan hüseyni makamındaki “bir dertliyim derdim vardır” mısraıyla başlayan ilahi 1995 yılında “Allah Allah” adıyla yeniden düzenlenmişti. Bununla birlikte Hasan Kaçan da Safer Efendi’den istifade eden isimlerin arasında gelir, popüler kültürde önemli bir yeri olan 2002’de yayınlayan Ekmek Teknesi adlı televizyon dizisinin başrolü, Savaş Dinçel’in canlandırdığı Nusret Somuncu karakteri de Safer Efendi’den esinlenilerek hazırlanmıştı.

Safer Efendi babacan haliyle özellikle gençleri beste yapmaya teşvik ediyordu. Daha önce hiç bestelenmemiş olan dini-tasavvufi şiirleri bestelemeleri için öğrencilerine dağıtıyordu. Nota ve müzik teorisi bilmeyen insanların bile beste yapabileceğin altını çiziyordu. Zira bir ilahinin bestelenmesi için nağmelerinin “gönle düşmesi” yeterliydi. Doksanlara gelindiğinde Safer Efendi’nin çabaları meyvesini vermeye başlamıştı. Artık tekke ve tasavvuf kültürünü koruma altına alınmış, eserler yeni nesillere öğretiliyordu. Yetişen sanatçılar aslına uygun bir şekilde sahne alıyor, yeni ilahi albümleri kaydediliyordu. Böylelikle bu kültür müzelik eserler olmaktan çıkıp yeni bestecilerinin de önünün açılmasıyla gelişiyor ve dönüşüyordu. Safer Efendi’nin diğer eserleri ise Istılâhât-ı Sofiyye fî Vatan-ı Asliyye: Tasavvuf Terimleri Tasavvuf terimlerinin, ağırlıklı olarak İstanbul tekkelerinde konuşulan dil ve yaşayan kültüre ait kavramların yer aldığı bir sözlük, en çok önemsediği eserlerindendir. Diğeri Muhibbî Dîvânı. “Muhibbî” mahlasıyla yazdığı âşıkane ilâhileri içermektedir Yunus Emre tarzındaki bu ilâhilerin büyük bir kısmı Hz. Peygamber, Ehl-i beyt ve Fahreddin Efendi hakkındadır. Bunların bazılarına Cüneyt Kosal, Zeki Altun, Sadun Aksüt, Metin Alkanlı ve Hakan Alvan gibi musikişinas ve bestekârlar tarafından sayısı sekseni aşan beste yapılmıştır. Son olarak Ilmıhal: Iman- Islam-Ihsan adıyla Arnavutluk Müslümanları için yazılan eser Tacettin Bituci tarafından Arnavutça’ya çevrilmiş, Türkçe basımı yapılmamıştır. Ayıca Safer Dal’ın 1996-1997 yıllarında yaptığı sohbetler de Geydim Hırkayı adıyla Adalet Çakır tarafından bir araya getirilerek neşredilmiştir.

Safer Efendi 21 Şubat 1999 tarihine kadar bedeller ödeyerek milleti, ümmeti ve ihvanı için çalışmaya devam etti. Ondan geriye kalan dokuz adet bestesi, Muhibbî mahlasıyla yazdığı aşıkane şiirleri, tasavvufa dair kitapları ve irfanla yetiştirdiği yüzlerce insan kaldı. Gönüllere ektiği muhabbet ve irfan tohumları bugün dahi meyvesini vermeye devam ediyor.

Start typing and press Enter to search