Paylaşmanın Ne Demek Olduğunu Fatih’te Öğrendim

ERDOĞAN BAYDAR SEDEFKÂR

Paylaşmanın Ne Demek Olduğunu Fatih’te Öğrendim

Sümeyye Küçükkural Aydın

Bu sayımızda sözlü tarih görüşmecilerimizden Sedefkâr Erdoğan Baydar’ın görüşmesine yer vermekteyiz. Erdoğan Baydar 1953 yılında Fatih’te doğmuş, ailesi ise Kırım Baydar’dan göç etmiştir. İlköğrenimini Kâtip Çelebi İlkokulu’nda, eski ismiyle 54. Mektep’te görmüştür. Vefa Lisesi ile eğitim hayatına devam etmiştir. Baydar’ın 1965’li yıllarda, ailesinden de aşina olduğu Türk musikisi ve Türk el sanatlarına ilgisi başlamıştır. Bu ilgisi sedef sanatıyla bütünleşmiş, ustası Sedefkâr Nerses Semercioğlu ile yollarının kesişmesine vesile olmuştur. Ustasından tüm inceliklerini öğrendiği sanatına, bugün hâlen Atatürk Kültür Merkezi’nde, Sedefhane adlı atölyesinde devam etmektedir. Şimdi ondan hem kendi hikâyesini hem de Fatih’e dair hatırladıklarını dinleyelim:

“Molla Zeyrek Camii’sinin hemen sağ tarafında cümle kapısının girişinin sağ tarafında ayrı bir kemerli bir kapı vardı. Onun içerisinde de yaşayan bir aile vardı. Benim de çocukluk arkadaşımın eviydi. Siirtli bir aileydi ve pazarcılık yaparak geçinirlerdi. Mevsimine göre meyve satarlardı. Bazen güneyden belki beş kamyon portakal getirirlerdi. Bu bölgede o zaman at arabaları da vardı.  At arabalarından ilgili pazarlara gidilir. İşte çarşamba pazarı, pazartesi pazarı malum çarşamba pazarı hâlâ Fatih’imizin çok ünlü pazarıdır. Pazartesi pazarı keza öyledir. Diğer işte Karagümrük’te pazar vardır. O da perşembe günüdür. Yanılmıyorsam bu pazarlar da hem esnafın hem burada yaşayanların diyalog kurduğu iç içe yaşadığı ve bizim de burada o dostluklarımızın olduğu yerlerdir.

İlkokul bir, ben birkaç gün geç gittim, neden bilemiyorum. Annem beni rahmetli bir İnci hocamıza teslim etti. Çok naif, çok zarif bir hanımefendi. Sınıfa girdik. Şimdilerde talebeler çok zor alışıyorlar. Ama bizim için öyle değildi. Mahalle kültüründe yaşadığımızın faydaları bunlar. Yani herkesle barışıksınız. Herkesle iletişim halindesiniz, siz büyüğü tanıyorsunuz, büyük sizi tanıyor. Bunlar önemli değerler.

Sınıfa girince bütün çocuklar “benim yanıma gel” diyerek bana işaret ettiler. Ben de bakıyorum acaba kime hangisini seçsem, diye. Yirmiyi geçmeyen bir talebe sayısı var. En arkada da bu bahsettiğim, pazarcı olan büyüğümüzün oğlu Suat diye bir arkadaşım oturuyor. O çağırınca ben de onun yanına gittim. Genelde tembel talebeler olur ama biz tabii o zaman onu düşünemiyoruz. Herhalde o samimi geldi. O gün elimde de benim hiçbir şey yok. Defter, kalem, silgi yok. Orta yaprağından defterini açtı, en az altı, sekiz sayfalık bir bölümünü çıkararak bana verdi. Üstelik onlar da zengin bir aile değil ama bir değer var ortada. Yani aileden almış oldukları bir değer bu. Ve emin olun kurşun kalemi ortadan kırdı, yarısını verdi. Silginin yarısını koparttı, verdi Paylaşmanın ne demek olduğunu o yaşımda Fatih’te gördüm, öğrendim. Şimdi siz paylaşmazsanız hiçbir şeyi elde edemezsiniz! Yani elinizdeki varlığı da paylaşacaksınız. Sanatı da, kültürü de paylaşacaksınız. Böyle bir düşünce ve hedefle ilerlerseniz bazı güzellikler ortaya çıkar. Bence temel mahalle kültürü dediğimiz olgu buradan başlıyor. Sonra tabii yıllar geçtikçe o mahalle kültürü kaybolmaya başladı. Yeniden yakalanabilir mi? Olabilir ama bunun için çok büyük çalışmalar yapmak lazım.

Bu bölgede üç tane, Unkapanı’nında bir tane yazlık sinema vardı. Yazlık sinemaların çığırtkanları vardır. O çığırtkanlar ellerindeki o tenekeden bağırmaya başlayınca, “o ses nereden çıkıyor” diye düşünebileceğiniz sesler gelirdi. Yani o akşam hangi film, hangi artist olacak bunlar duyurulurdu. O filmin artistleri de bazen sinemaya gelirdi. Düşünün nasıl bir samimiyettir bu! Yani ben yıldızım, ben starım gibi bir düşünce yok. Bunun yerinde mütevazılık var. Pantokrator Kilisesi’nin devamında olan bir yapının etrafında oyunlar oynardık. Orada gizli böyle birtakım yerler vardı. Biz de orada saklambaç gibi oyunlar oynardık. Aileler gelip orada akşamüstü çay sefası yapabiliyorlardı. O bahçede benim unutamadığım şeyler de yaşandı. Buranın altında derme çatma bir yapıda yaşayan yaşlı bir teyzemiz vardı. Mahalleli çocuklar o teyzeden korkardı. Sert bir mizacı olması ve orada yalnız yaşaması onları korkutuyordu. Ama o teyzenin mahalledeki en büyük yardımcısı bendim. Ben ondan ne korkardım ne de o beni dışlardı. Ben gidip onun bütün kışlık odununu baltayla keserdim. Hazırlar, istifler, odasının içerisinde bir kenara koyardım. Odunlarını da hayır sahipleri getirirdi.  Başka bir ihtiyacı olduğunda da ben koşar, gider, alır, getirirdim. Ben o teyzemizden de çok dua aldım. Yaptıklarım da helali hoş olsun. Bu mahallede çocukluk dönemimizde çok farklı insan karakterleriyle tanıştık. Mevlânâ diyor ya, “Hamdım, piştim, yandım.” İşte, insan da bir yerlerde ham olabilir ama pişmesi lazım. Olması lazım çünkü hayat, bunu gerektiriyor. Biz böyle davranamazsak, biz böyle düşünemezsek, biz böyle hedeflenemezsek zaten sığ kalıyoruz. Toplumumuz bütün güzellikleri hak ediyor ve ihtiyacı da var. Günümüzde de öyle değil mi? Yani iki tane tatlı kelam söylüyorsanız, iki tatlı söz söylüyorsanız karşınızdaki ne kadar agresif, ne kadar sinirli, asabi bir insan olsa onu rahatlatabiliyorsunuz.  Çünkü karşınızdaki de insan… Her şey insanın kendi elinde. Yani hayata olması gereken değerlerle baktığınız zaman istikameti rahat yakalayabiliyorsunuz. Biz büyüklerimizden bunları öğrendik, duyduk.”

Start typing and press Enter to search