DEDEMİN HİKAYESİ

Elif Demir Erkut

Aradığın bir şey varsa o Eminönü’ndedir. Bazen bir eşya, bazen hammadde aramak için, bazense sadece kalabalığın içinde o ritme dahil olmak için oraya gidersin. Çünkü yarımadanın kendine has bir ritmi vardır. Oranın dinamiğinin, dükkânlarının, esnafının dünyada eşi olmayabilir. Benim için ise Eminönü çocukluğum, gençliğim ve geleceğim kısacası hayatım anlamına geliyor. Hem dedem hem babam Eminönü zanaatkârlarındandır. Babam emekli olana kadar Kutucu Sokak’ta ağaç torna ustasıydı. Fatih’teki evimizden çıkıp yürüyerek sırasıyla Küçükpazar ve Ragıp Gümüş Pala Caddesi’ni geçip dededen kalma dükkânımıza gelirdik. Haftada bir benim de dükkâna gitme günümdü. Bazen ekstralar çıkardı; annemin çarşıda işinin olması ve beni babama bırakması gibi… Böyle günlerde ağaç ve talaş kokusu içime işlerdi. Babam dükkânda topaç da yapardı. Belki de bu nedenle hâlâ hakkını vererek topaç oynayabilirim. Düşününce, 1992 doğumlu biri için topaçla oynamak şansmış.

Benim için rutin bir Eminönü turu Kantarcılar Caddesi’nden başlardı. Küçükpazar’dan geçerek Kantarcılar Caddesi no37’deki dedeme muhakkak uğranırdı. Dedemin sana yemek ısmarlayayım ısrarı üzerine, “vallahi tokum dedecim” deyince, “ben sana buraya aç gel demiyor muyum” şeklinde gelen ince azar, karşılıklı içilen kallavi kahveler ile tatlıya bağlanırdı. Her kahve siparişi verirken de muhakkak eklerdi “ağır misafirim var bak, kahveler bol köpüklü olsun” tembihini. Hikâyemizin kahramanı, Kantarcılar Caddesi’nin sembollerinden diyebileceğim dedem Hüseyin Işık böyle bir insandı. Şimdi size dedemin hikâyesini anlatacağım…
Dedem, ilkokul ikinci sınıfı bitirdikten sonra “benim İstanbul’a gitmem gerek” diyip gemiyle kaçak olarak 1954 senesinde İstanbul’a gelmiş. “Ben okul okumadım ama Kantarcılar Çeşmesi’nin suyunu içtim, nice üniversiteye bedeldi burası” derdi. Yani ikinci sınıftan sonraki tahsilini kendi deyimiyle Tahtakale’de tamamlamış. Gemiden indiği gibi yanına gittiği ilk kişi Tahtakale’deki bir baba dostu olmuş. Bacak kadar boyuyla, “Beni bir yere çırak yerleştir Halit abi, ne iş olsa yaparım” demiş.
Halit abisi onu Vefa’da Karabıyık lakaplı torna ustası Mehmet Taş’ın yanına yerleştirmiş. Onun vefası” Vefa’da başlamış. Sabah 07.00’de başlayan mesai gece 00.00’da biter, haftalık on iki buçuk lira alırmış. Bunun iki buçuk lirasını da mutlaka yengesine verirmiş, mutfak masraflarına katkı da bulunmak için. Bir süre çalıştıktan sonra “ben abimi de buraya aldırmalıyım” diyerek konuşmuş ustasıyla. Nitekim büyük amca da Hisar Kontrplak fabrikasındaki bahçıvan çıraklığından ayrılıp soluğu burada, Vefa’da almış. Abisinin gelmesi ile Küçükpazar’daki dayısının evinden ayrılıp, abisi ile Vefa’daki bu hanın en üst katına taşınışlar. Kırmızı topuzlu döküm bir karyolada beraber kalmışlar.
Bu anlattıklarım büyük insanların yaşadığı şeyler gibi gelse de kulağa henüz yaşları 10-11. Çocuklukları ise hâlâ bir yerlerde baki tabii… Uyuyan ustaların burnuna tütsü gezdirip kızdırmak olsun, çocukluğun verdiği ufak kazalar olsun… Bunlardan birinde dört katlı hanın en üst katından elinden kaçırdığı sepeti en alt kattaki ustasının kafasına geçirmiş. “Bir o zaman dayak yedim ustamdan, o da dayak denmez bacağıma bir iki sopa vurdu. Hâlâ hayret ederim o sepet nasıl 4 kat aşağıdaki ustamın kafasına şapka gibi oturdu” diye anlatırdı. Aslında göremediği babalığı hep ustasından görmüş. Ustası, “Yetim evladım bu benim” diyerek onu çok kollamış. Hafta da bir iki kendi evine getirir, sofrasına oturtur, eşi de dedemin çamaşırlarını yıkarmış. Yıllar geçmiş anneannemi de ağırlamışlar o sofrada. Dedem ve anneannem kaçıp, neredeyse bütün köyü atlatarak İstanbul’a gelmişler. İlk kapısı yine ustası olmuş. Mehmet Usta’nın kızı avukatmış, “Yasal engel yok önünüzde hemen evlendiririz, hiç de birşey yapamazlar” diyince dünyalar iki aşığın olmuş. Bütün işlemler bir çırpıda halledilip ertesi gün yıldırım nikahı ile evlenmişler. Nikah şahidi kim olmuş dersiniz?
Dedem ve ustasının yollarının ayrılması ise on yıl sonra olmuş. Handa çalışanlardan biri kendi işini kurmuş dedeme de “burada 100 lira haftalık alıyorsun gel benimle çalış 150 lira haftalık vereyim” demiş. “Allah biliyor ya ustamı çok seviyordum, hiç gitmek istemedim. Ama bir ailen olunca işler değişiyormuş, tek başınayken kolay ama onların sorumluluğu başka şeymiş” demişti bunları anlatırken. Ustasına gidip durumu anlatmış, ben gitmek istemiyorum sen bana 130 lira ver ben burada kalayım demiş. Ustası gülümseyip “Hüseyin çok temiz çocuksun, Allah karşına hep senin gibi temiz insanlar çıkarsın oğlum. Şimdiye kadar kimse gelip benimle böyle konuşmamıştı, sen git oğlum demiş.” Sarılıp helalleşerek ayrılmışlar.
Vakit gelmiş bu sefer dedem Hüseyin “Usta” olmuş. Tamir için getirdikleri kırık testere sapının sırf merakından bir gece boyunca çizimini yapıp, kalıbını çıkarmış. Emanet freze makinasında 30 tane örnek yapmış. Sonra bakmış güzel gidiyor, neden bu işi yapmayayım diyerek anneannemin 4 reşat altını ile torna tezgâhı almış. Sonra sapçılık kesmemiş, testerenin tamamını yapmak gerek demiş. Almanya’ya gidip makine almak gibi bir hayali olsa da maliyetinin altından kalkamayınca orada gördüğü makinaları çizip, “saygım sonsuzdur, önünde yere kadar eğilirim” dediği Ermeni ustası ile bizzat başında durarak burada yaptırmış. Bu makinayla aralarında hayatı boyunca ilginç bir ilişkisi oldu. Abartmıyorum, telefonda çalışır hâldeki sesini dinleyip, makinanın arıza tespitini yapabiliyordu.
Dedem, 1968 senesinde kurduğu Işıklar Testere’nin marka tescilini 1973’de almış. O büyük kıtlık dönemlerinde dahi çeliği Almanya’dan getirtmiş. 1977’ye kadar hancılığa devam etmişler. Sırasıyla önce Vefa’daki Gül Han, sonrasında da bugün restorasyonu yapılan Kepenekçi Sinan Medresesi’nin bitişiğinde ve Birlik Han’da devam etmişler üretime. Marangozhane ile çelikhane ayrı yerde olur mu, üretimi tek binada birleştirmeli düşüncesi ile kendi yerlerini inşaa etmişler. Küçükpazar, Hacıkadın Bostan Sokağı, Işıklar Han… Yazıhanenin açılışını anlatırken gözleri dolardı. Bütün Kantacılar Caddesi bir uçtan diğer uca çiçek dolmuştu diye. Yani anneannemin 4 reşat altını boşa gitmemiş. Demiştim ya dedemin vefası Vefa’da başlamış diye. Ustasından gördüğü gibi o da babalık yapmış yanında çalışanlara. Hemen herkesin çeyizini, düğününü yapıp, evlendirmiş. Patron gömleğinden çok amca, dayı, usta gömleği giymiş. Bize hep “büyüdükçe küçülmeyi bilin, kimsenin hakkını yemeyin ama kendi hakkınızı da yedirmeyin” diye nasihat ederdi.
Dedemin hancılık ile başlayıp, hancılık ile devam eden hayatı 2016’da akciğer kanserine bağlı kalp krizi ile sona erdi. Kemoterapinin etkileri iyice kendini gösterene kadar Türk bayrağı rozetli ceketini giyip, dökülen saçlarını örtmek için taktığı kasketi ile yazıhanesine gitmeye devam etti. Çünkü çalışmak en iyi bildiği şeydi. Ona en iyi gelen şey… Kim bilir belki de tüm hayatının geçtiği Eminönü’nün kokusunu son anına kadar içine çekmek, o ritme biraz daha kulak vermek istiyordu. Hiç emekli olmadı. Emekliliğe dair bildiği tek şey cumartesi günleri biz torunlarını kurstan alıp, kursa bırakmaktı. Öyle ki çocukken gömlek ve kravatla uyuduğunu sanırdım. Dokuz yaşında, Eminönü’nün hanlarında makinalara karşı büyüttüğü aşkıyla, hayatı boyunca bu hanlarda çalışmayı azimle sürdürdü.
Gelelim bu satırların yazarına… Benim Eminönü’ne olan sevgim hiç bitmedi. Sezgisel bir şey sanırım, günün birinde döneceğim yer orası gibi geliyor. Dedelerim gibi… Dedemin kaybıyla Küçükpazar’dan başlayan Eminönü ritüelimi bir süreliğine Kantarcılar Caddesi’ne girmeden sürdürdüm. Bugün ise her Eminönü turumdan içimde bir boşluk ile dönüyorum. Çünkü bazı insanların yarattığı boşluk derindir ve dolmaz. Sadece o boşlukla yaşamayı öğrenirsiniz.

Start typing and press Enter to search