SONSUZ KÜTÜPHANE
Kübra Kuruali Yaşar
Fetihle birlikte Osmanlı bir cihan devletine dönüşmeye başlarken, İstanbul hem devletin idari merkezi hem de bir kültür merkezi olacak şekilde imar edilir. İşte o günlerde şehrin kültür müesseselerinin de temelleri atılır.
İlk olarak Pantokrator Manastırı’nın üst katındaki papaz odalarında Zeyrek Medresesi kurulur. Ardından Ayasofya’da öğretime başlanır. Beyazıt’taki Eski Saray aynı zamanda şehrin ilk kütüphanesini de barındırır. Fatih Sultan Mehmed, Manisa’dan Edirne Sarayı’na götürdüğü kitaplarını, Eski Saray’ın tamamlanmasıyla İstanbul’a naklettirir. Ayasofya’da, Mahmud Paşa Külliyesi’nde, derken Fatih Külliyesi ile birlikte Semâniye medreselerinde kütüphaneler açılır.
Detayları merak edenler Osmanlılarda kitap ve kitabın tarihi denildiğinde akla ilk gelen isim olan İsmail E. Erünsal’ın Osmanlılarda Kütüphaneler ve Kütüphanecilik kitabına bakabilir. Fakat bu hatırlatmaların tam da bahsedeceğim hassasiyetle yakından bir ilgisi var. Hassasiyet diyorum çünkü bir mahalleyi, bir semti, bir ilçeyi bir kültür muhitinedönüştürmek hassas ve önemli! Fetihten sonra Türkçe olarak kaleme alınan bir vakıfnâmede, şehrin imar faaliyetlerinin “büyük cihad” olarak adlandırılması da, bir şehri dönüştürmenin ne kadar önemli olduğunun en büyük kanıtı değil mi?
Bir dönüşüm çoğu zaman “basit bir soruyla” başlar. Mesela on yaşındaki Arda Çokkaynar, bir gün annesiyle alışverişe çıktığında, Fatih Belediye Başkanı M.Ergün Turan ile karşılaşır. Başkan ona önce ismini, sonra da kütüphaneyi merak edip etmediğini sorar. Evet, Arda kütüphaneyi merak eder. Orayı birlikte gezerler, çok sevdiğini ve abisi Miraç Emir ile geleceğini söyler. Aslında bu abi-kardeş o kütüphaneyi kullanmak için belirlenen yaş sınırının altındadır. “Yaşınız tutmasa bile abinle birlikte buraya gelebilirsin.” yanıtını alan kardeşlere, evlerine beş dakika yürüme mesafesindeki kütüphaneye gelebilecekleri söylenince, kendilerini dönüştürebilecekleri muazzam bir kapı açılır önlerinde.
Arda ve Miraç Emir, yaklaşık bir aydır kendi adlarına çıkarılan kimliklerle o açılan kapıdan isteyerek giriyor, sessiz, sakin ve sıcak bir yerde oturup ders çalışıyor. Miraç Emir, zayıf olan iki dersini kurtarmak için şimdi daha çok çalıştığını anlatıyor. Takıldığı yerlerde kütüphane görevlilerinden yardım alıyor. Büyüyünce ne olacaklarını sorduğumda “Liseyi bitirip, futbolcu olacağız” diyorlar aynı anda. Ben de onlara “basit bir soru” soruyorum: “Neden peki, hem üniversite okuyup hem futbolcu olunmuyor mu?” Gözleri parlıyor ve aynı anda heyecanla cevaplıyorlar: “Aaa! Beşiktaşlı Umut Nayir vardı. Biz de onun gibi hem üniversiteye gidip hem de futbolcu olabiliriz!” Futbola meraklı çocuklara umut olan Nayir’in hukuk okuduğunu böylece öğrenmiş oldum.
Evet, dönüşüm çoktan başladı. Yalnız çocuklar için de değil. Mahallenin meydanındaki parka, camdan bir konteyner kütüphane kurulduğu günden beri, orada yaşayan herkes için… Alışılmışın dışında şeffaf bir mimariyle karşılaşmak, kütüphanenin bulunduğu mahalleyle birlikte düşünüldüğünde, şüphesiz çok daha etkileyici oluyor. Şeffaf kütüphanenin içinde oturup çalışırken mahalleye, dışarıya çıkıp etrafında yürürken kütüphaneye dahil olma halimiz gibi…
Rus Vatandaşı Dmitriy Sukhorukov’da bu şeffaflık hissini sevdiği için hergün Karagümrük Kütüphane’yi tercih edenlerden… Sabah 8.30’dan akşam 08.00’e kadar açık olduğunu, salgın öncesi ise gece 12.00’ye kadar burada çalıştığını söylüyor. Ücretsiz bir hizmet olması, sessiz bir ortam sağlanması, onun için önemli. Yedi yıl önce müslüman olmuş, üç yıldır ailesiyle birlikte Fatih’te oturuyor. Fatih, özellikle de Suriçi, öteden beri farklı din, dil, ırktan insanların iç içe yaşadığı bir semt. Tarihi dokusu, merkezi konumu gibi birçok faktör -son yıllarda hızla artan nüfusuna rağmen- onu yaşanır kılıyor.
Bunları düşünürken Kariye Kütüphanesi’ne varmış oldum. Burası Refik Halid Karay Halk Kütüphanesi’yken de geldiğim bir yerdi. Önemli değişimlerden birisi, ortamın dikkat dağıtıcı şeylerden arınmış olması… Restore edilirken her kat farklı yaş grupları için ayrılmış. Önce anaokul ve birinci sınıflar için özel tasarlanmış çocuk kütüphanesini anlatmalıyım. Her gün 16.00’ya kadar hizmet veren bu katta, Çocuk Gelişimi Bölümü’nden mezun görevli bir öğretmen karşılıyor sizi. Haftada bir, belirlenen özel bir gün üzerine okumalar yapılıyor. Benim payıma çok sevdiğim yerli malı haftası etkinliği düştü. Yerli malının ne olduğu anlatıldıktan sonra çocuklarla birlikte bu konuyla ilgili bir hikâye okundu. Bu yaş grubunun kütüphaneye velisiyle gelme zorunluluğu var. Bu istek, özellikle ailelere buranın bir çocuk bakım evi değil, kütüphane olduğunu da vurgulamış oluyor. Karşılaştığım çocukların yanında anne, baba, abla hatta babaanne ya da anneanneleri vardı. Onlar da kütüphaneyi çok seviyor. Torunları kitap okurken ya da eve götürmek için ödünç alırken öğretmenden bir tane de kendileri için istemeyi ihmal etmiyor. Bazı babaannelerin torunlarıyla yarış halinde kitap okuduğunu anlattı öğretmen hanım. Farklı kuşakların aynı çatı altında buluşması ne güzel. Bakın dönüşüm torununu elinden tutup kütüphaneye getiren aile büyükleri için de çoktan başlamış.
Kütüphanenin üst katlarında ise ortaokul, lise, üniversite öğrencileriyle karşılaştım. Onlardan biri de on sekiz yaşındaki lise son sınıf öğrencisi Recep Abdullah Atik. Evdeki ortamının elverişli olmadığını, dikkat dağıtıcı çok şey olduğunu, konfor alanında konsantre olamadığını anlattı. Beş dakikalık yürümeyle ulaştığı kütüphanede üniversite sınavına hazırlanıyor. Arkadaşları da geldiği için okulunu aratmayan bu ortamı, onlarla ders çalışıp, molalarda kafeteryada sohbet ederken ikram edilen çay ve çorbadan içmeyi seviyor. Ve ekliyor: “Burada çalışmak beni hedefime yaklaştırıyor!”
Hedefi olan gençleri görmek, onların kendilerinden emin, bulundukları kütüphanelerden memnun halleri, yüzlerinin gülmesi -özellikle hayatlarımızı altüst eden, çok sayıda hastalık ve kayıp haberi aldığımız bu salgın günlerinde- bana o kadar iyi geldi ki! O gençlerden biri de Kalenderhane Kütüphanesi’nde tanıştığım on dokuz yaşındaki Zeynep Melike Kılınç. Evde ortamı olmadığı için kütüphanelerde daha verimli ve disiplinli bir şekilde çalıştığını anlatıyor. Bunu kendisine sağlayan Fatih Belediyesi’nin birçok kütüphanesine gitmiş. Fakat evine yakınlığı sebebiyle, burayı tercih ediyor ve bu yıl gireceği üniversite sınavına hazırlanıyor.
Yirmi yaşındaki üniversite öğrencisi Mert Karacan ise evindeki çalışma odası, mahallesindeki kütüphaneye rağmen Kalenderhane’ye gelenlerden… Motivasyonu bozulduğunda kütüphane görevlileriyle sohbet etmenin kendisine iyi geldiğini, samimiyetlerinin onu çok rahatlattığını anlatıyor.
Yirmi beş yaşındaki üniversite mezunu Sema Karatekin’in hedefi ise KPSS’yi kazanmak. Ders çalışmak için hemen her gün Bağcılar’dan Fatih’e geliyor. Burada tanıştığı arkadaşlarından bazılarının Alibeyköy, Üsküdar, Esenler gibi farklı ilçelerden geldiklerini söylüyor. Hepsinin kendi ilçesinde kütüphane var aslında. Fakat onlar özellikle Fatih’tekikütüphanelerini seviyor, onlardan birinde çalışmayı tercih ediyorlar. Sema, Kalenderhane’nin genişliğini, ferahlığını, sessizliğini, salgın sürecine rağmen titizlikle aksamadan işleyen sistemi anlatıyor heyecanla.
Konuştuğum gençlerden açılış sırasına göre hemen her kütüphaneye gittiklerini, dileklerini ve şikayetlerini rahatlıkla anlatabildiklerini, hatta isteklerinin kısa süre içinde gerçekleşmiş olduğunu duyduğumda bunun ancak büyük bir tutkuyla yapılabileceğini düşündüm. Tıpkı Alberto Manguel’in en büyük tutkusunun kütüphaneler olması ve bu mekânları, insana iyi gelen ruh klinikleri olarak tanımlaması gibi…
Kalenderhane’den, Topkapı Kütüphane’ye geldiğimde bu kez başkan Turan’ı kütüphanenin üst katındaki ofisinde çalışırken gördüm. Kabul edelim, öğrencilerle aynı kapıyı kullanıp bir kütüphanenin içinde çalışmak, ülkemizde hiç de alışık olduğumuz bir durum değil. Londra’da yaşayan bir arkadaşımı yıllar önce ziyarete gittiğimde mahallesindeki belediye kütüphanelerini uzun uzun anlatmıştı: çalışma ortamlarını, kütüphanenin etkinliklerini, belediye başkanıyla burada sık karşılaşmalarını…Yerel yönetimlerin bu kadar iyi kütüphane hizmeti veriyor olmasına hem sevinmiş hem de bu uygulamanın ülkemiz için çok uzak olduğunu düşünüp bir “ah” çekmiştik. Bugün o iç çekişlerin hayranlık ve sevinçle “oh” nidasına dönmesine ne kadar mutlu oldum.
Gençlerin çoğunun evindeki kalabalık, karanlık, darlık hatta imkansızlıklardan kütüphaneye kaçıp “oh” nidasıyla ders çalıştığı hissediliyor. Zaten konuştuklarım da bunu saklamıyor. On sekiz yaşındaki Barış Kıldırıç da onlardan biri. Evde kalabalık ve sesten dolayı konsantre olamadığını, ihtiyacı olan her şeyin -internet, kitaplar, çıktı alma imkânı, çay, çorba- burada var olduğunu anlatıyor. Kütüphaneye üniversite sınavına hazırlanmak için her gün Şişli’den geliyor. Özellikle Topkapı Kütüphane’nin kampüs ortamına benzemesinin kendisini daha çok motive ettiğini söylüyor.
Topkapı Kütüphane, kampüs ortamına alışkın üniversite öğrencilerinin de göz bebeği olmuş. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisi Rabia Çalışkan da onlardan biri. Ailesi Tekirdağ’da ikamet eden Rabia, arkadaşıyla Beyazıt’ta “bir artı sıfır” diye tarif ettiği evde yaşıyor. Bu durum ikisinin aynı anda derse katılmasını, konsantrasyonlarını zorlaştırdığı için her sabah okula gider gibi kalkıp buraya geliyor, internet çok iyi çektiği için fakülte derslerine bağlanıyorlar. Kalenderhane Kütüphanesi’nde de çalışmış, mekân değişikliği yapıp Topkapı’yı tercih etmişler. Aynı kartla belediyenin tüm kütüphanelerini kullanabildiklerini, burada oturmanın belli bir sınırı olduğunu, kaç dakika molaya çıkacaklarının sistem tarafından ayarlandığını anlatıyor. Belediyenin kütüphanelerini neden tercih ettiğini, üniversite kütüphanesi ve devlet kütüphanesiyle karşılaştırdığında şunları söylüyor: “Kendi üniversitemin kütüphanesinde çalışmayı sevmiyorum. Mesela öğrenci bir masaya oturuyor, sonra dışarıda sohbet etmeye çıkıyor. Eğer size yer kalmadıysa kendisi dışarıda ama “çantasıyla orada var olan kişinin” masasını kullanamadığınız gibi, onun kaç dakikadır dışarıda olduğunu da görevliye kanıtlayamıyorsunuz. Final sınavlarından önceki on gün boyunca insanlar birbirlerinin sandalyelerini çalıyor. Böyle gergin bir ortamda ben çalışamıyorum. Ne mola dakikası, ne de başka bir kural var. Burada ise en fazla bir saat dışarıda zaman geçirebiliriz. Eğer onu aşarsak sistem yerimize başka birini alıyor. Bu, kartlarımızla ayarlandığı için kimse itiraz edemiyor. Beyazıt Devlet Kütüphanesinde de çok çalıştım. Orası da güzel ama bir süre sonra beyaz duvarlar üstüme üstüme geliyor, hastaneye düşmüş gibi oluyorum. Burada camlar, yüksek tavan, modern tasarım, ferahlık ve sıcaklık hissi veriyor. Bunu özellikle düşünmüşler, oturduğumuz sandalyeler bile yormuyor. Bu kadar ince bir düşünceyi başka kütüphanelerde görmedim.” Ayrıca öğle saatinde içtikleri çorbanın onları akşama kadar tok tuttuğunu, bunun maddi ve manevi olarak bir öğrenci için ne kadar kıymetli olduğunu, görevlilerin genç, dinamik, samimi ve hoş sohbet olduklarını eklemeyi de ihmal etmiyor.
Rabia, Fatih Belediyesi’nin kütüphanelerini anlatırken sanki cenneti büyük ve sonsuz bir kütüphane olarak düşleyen Borges’in heyecanını yaşıyor. Haksız da sayılmaz. Günlük yaşamımızın akışında mahalle deyince geçmişten beri kullanageldiğimiz mahallenin çocuğu, kahvesi, esnafı gibi kavramların yanında artık Fatih semti için mahallenin kütüphaneleri de eklendi diyebiliriz. Bütün gün dokuz farklı mahallede ziyaret ettiğim Kalenderhane, Topkapı, Karagümrük, Kariye, Kadırga, Kasım Günani, Vani Dergâhı, Devişali, Mevlanakapı; yapım aşamasında olan Abdi Çelebi, Cerrahpaşa ve Başkanlık kütüphanelerini eklediğimizde, cennetteki sonsuz kütüphane fikrinin dünyadaki yansımasını görmüş gibi oluyorum.
Kaynakça:
İsmail E. Erünsal, Osmanlılarda Kütüphaneler ve Kütüphanecilik, Timaş Yayınları
Alberto Manguel, Kütüphanemi Toplarken, Yapı Kredi Yayınları
Alberto Manguel, Borges’in Evinde, Yapı Kredi Yayınları